Mensubiyetlerimiz her zaman gözümüzün önünde perdedir...
Özellikle de sonradan kazanılanlar...
Duygusal bağımlılık yaratır...
Duyguların, aklın önüne geçmesine...
Vicdanın devre dışı bırakılmasına yol açar...
***
Mesela takım tutarız...
Renklere gönül veririz...
Stada taraftar olarak gider...
Ekranların başına formalarla otururuz...
Kendi takımımız iyi futbol oynamasa bile...
Kazandığı puanlara sevinir...
Rakibin güzel futbolundan keyif almaz, kederleniriz...
Hele mağlubiyet halinde...
Sahadaki futboldan, tribünlerdeki şovdan mutluluk duyamayız...
Sonuç odaklı oluruz...
***
Benzerini siyasette yaşarız...
Kendimizi gerek maddi, gerekse manevi nedenlerle konumlandırırız...
Bir partiden yana taraf oluruz...
Duygular devreye girer...
Hatta psikolojik etkenler...
Bütünleşiveririz onunla...
Parti biz olmaz ama genelde biz parti oluruz...
Aklı, zihni ve vicdanı yeni oluşan duyguların emrine veririz...
Artık hiç birisi hür ve özgür değildir...
Bahanelerini ve mazeretlerini yeni konumlandırmasına göre üretir...
İşitme, o duygulara göre seçicilik gösterir...
Gözler, onun belirlediği zaviyeden bakar...
Hele hele bir de yaşam bağımlılığımızı o partiyle ilişkilendirmiş isek...
Hayat amacımız haline dönüşür o kimlik...
Misyonumuz, vizyonumuz, hayallerimiz ve hedeflerimiz...
Hep o siyasi konumlandırmanın kazanması üzerine kurgulanır!
Bazen yanlışı, doğru...
Bazen de doğruyu, yanlış olarak algılarız artık...
***
Oysaki insanı tüm canlılardan ayıran tek şey akıldır...
Akılla şekillenir zihin ve vicdan...
Akılla keyif alır hayattan insan...
Akılla belirler yaşama nedenini, varoluşunun temelini...
Mensubiyetlerimiz ise aklı körleştirir...
İnsanı köleleştirir...
Akıl giderse...
Geriye sadece tüketen, tüketebilmek için insanlıktan uzaklaşan...
Sormayan, sorgulamayan, sınırları zorlamayan...
Görüntüsü insana benzeyen bir canlı kalır sadece!