n
n n Yurdumun insanı hep aynı. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, ister evinizin dibinde, isterseniz günlerce yolculuk yaptıktan sonra karşılaşın. Alışkanlıklar, espriler, yaşama biçimleri birbirinin tıpkı basımı. Olumlu yönlerimiz ağırlıkta. Çok merhametliyiz, çok insancılız, misafirperveriz… Böyle saymaya başlayınca binlerce maddelik övünebileceğimiz iyi özelliklerimizi sıralamak olası. Ne yazık ki sıradanmış gibi görünen ve bunların üzerine karanlık gölgeler düşüren yanlarımız da var. Her şeyi o kadar çabuk benimsiyoruz ki, su misali hemen dolduğumuz kabın özelliğini alabiliyoruz. Bir rahatlık bizde sormayın gitsin. Dünyanın birçok ülkesinde gösterime giren ve popüler olmayan bir diziyi evlat edinip ona gözümüz gibi bakabiliyoruz mesela. Zaten popülerlik söz konusu olunca, içine biraz da moda karışınca fazla söze gerek kalmıyor. Sokağa çıkın, herkes aynı renk, aynı desen kıyafetler giymiş. Saçlar aynı şekilde taranmış. Üstelik de moda dergisinden fırlamış gibi. Kısacası popülerliğin bu kadar popüler olduğu bizim gibi bir ülke bulamazsınız.
n n Saman alevi, ulaşılabilir, geçici güzelliklerin peşinde bir kitle olduğumuzdan; korkunç ve kaçınılmaz sonuç olarak yüksek sanat yapıtlarıyla dalga geçebiliyoruz. Ya da görmezden geliyoruz. Bazen de sabote ediyoruz. Bundan yedi sekiz yıl önce Anadolu’nun küçük kentlerinden birinde yaşıyorum- Böyle bir örnek anlatırken isim kullanmamayı tercih ediyorum; çünkü dünyanın en güzel yerlerinden biri ve dünyanın en iyi insanları orada yaşıyor. Onların kalbini kırmak istemem-Haziran ayında bir festival için İstanbul Senfoni Orkestrası geldi kente. Nasıl sevindim bilemezsiniz. Şehrin tek büyük stadını adeta bir kültür merkezi haline getirdiler. Hiçbir masraftan kaçmadan üstelik… Müzikle ilgilenen birkaç arkadaş toplanıp gittik. Her yer tıklım tıklım, bir tane boş sandalye yok. Bu kadar büyük ilgi görmesine çok sevindim. Orta sıralarda yer bulduk kendimize, oturduk. Gözlerim karanlığa alıştıktan bir süre sonra etraftaki seyyar satıcıları fark ettim. Çekirdekçiler, ayrancılar; bisküvi, çikolata… Allah ne verdiyse, sebze hariç ne arasan var. Yok canım, daha neler, dedim içimden, nasıl olsa biraz sonra bunları dışarı çıkarırlar. Konser başladı, konser heyecanıyla satıcılar da başladı. Senfoni aralarında sanki keman sesi gibi bir çekirdekçinin, bir sucunun sesi yükseliyor. İnsanlar da hararetle satın alıyorlar, sanki çay bahçesine oturmaya gelmişler gibi bir yandan çekirdek çıtlatıp bir yandan da sohbet ediyorlar. Yirmi dakika dayanabildim, kendimi dışarı attım. Dışarıda orkestranın CD’sini satıyorlardı, aldım, eve gittim. Anladım ki Anadolu’da klasik müziği sadece evinde dinleyebilirsin.
n n Aradan yıllar geçti, unuttum gittim böyle bir olay yaşadığımı. Ta ki başka bir çekirdek olayıyla hortlayana kadar: Geçen hafta tatildeyiz; eşsiz doğal güzellikleriyle, tarihiyle bir ömre bedel Anadolu’nun bir kasabasındayız. … Deniz bir koyda bütün maviliğini çırılçıplak gözlerimize sermiş. Bankta oturuyoruz. Yanımıza birkaç genç geldi, bir süre oturdular. Sonra ceplerinden çekirdeklerini çıkarıp başladılar çıt çıt çıt… Kâbus gibi. On dakika içinde ayaklarımızın dibini çekirdek kabuğuyla bembeyaz kaplayıverdiler. Sadece ters ters bakmakla yetindim. Anladım ki ülkemin insanının bakar kör tavrı doğal güzellikler için de geçerli. İki farklı yer, iki farklı güzellik ve aynı yok edici durum. Bunun için dertliyim işte ben de birkaç gündür.
n n
n n
n n ULTREYA…
n