Beğenilsin veya beğenilmesin Cumhuriyet ve demokrasi, ilkelerine uyulması durumunda insanlığın şimdiye kadar bulduğu en ideal yönetim biçimi. Muhtemelen geçmişte yaşanan birtakım olumsuz tecrübeler nedeniyle dini hassasiyeti olan kesimin henüz bu kavramlarla barışık olduğunu söylemek zordur. Uzak durulup burun kıvrılsa da Müslümanların daha iyi alternatif üretemedikleri de ortadadır.
Yönetici seçme sorunu henüz Resulüllah'ın hastalığı sırasında gündeme gelmişti. Hz. Peygamber hasta yatarken amcası Abbas b. Abdulmuttalib, hak vaki olması durumunda yöneticinin kim olacağı, nasıl seçileceği belli olmadığı için yeğeni Hz. Ali vasıtasıyla idareyi Haşimîler üzerine geçirmek istemişti. Yeğenini öne sürmeye çalışmıştı, zira kendisi Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğu için İslam'daki konumu ortaya çıkmasına uygun değildi. Ancak Hz. Ali ihtiyatlı yaklaşarak bu konunun Resulüllah'a açılması durumunda, 'Ya vermezse, bir daha da Peygamber size vermedi diye kimse idareyi bize bırakmaz' gerekçesiyle teklifi uygun bulmamıştı. Sonrası Sakîfe'deki toplantı ve malum süreç.
Hz. Ebû Bekir tartışmalı bir süreçten sonra çoğunluğun onayıyla seçilmişti. Ancak başta Haşimîler olmak üzere birçok kişi de muhalif kalmıştı. Sonrasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'i aday göstermiş ve o da çoğunluğun onayıyla idareci seçilmişti. Akabinde Hz. Ömer 6 kişilik şûra üyesi belirlemiş ve bunlar arasından Hz. Osman ve Hz. Ali çıkarak bir şekilde seçim sayılabilecek yöntemlerle işbaşına gelmişlerdi.
Hz. Ömer'in oluşturduğu 6 kişilik şûra üyelerinin hepsi Kureyş'ten olduğu için, bu yapı müteakip süreçte Kureyş merkezli idarî tekeli beraberinde getirmiştir. Nitekim iktidarı ele geçiren Muaviye de aynı yoldan giderek, idareyi Kureyş'e mal etmiş, hatta idarenin Kureyş'e ait olması gerektiğine dair rivayetler bile servis edilerek Kureyş tekelli iktidara meşru statü kazandırma çabası içine girilmiştir. Dahası hilafeti saltanata çevirerek hanedan idaresini başlatmıştır.
Emeviler'in alternatifi olarak ortaya çıkan Abbasiler de işlerine geldiği için saltanat sistemini aynen devam ettirmiştir. Halifenin/idarecinin makama gelişi, eldeki güçle beraber bir şekilde belirlenmişti neticede de, ancak bunun seçim olmadığı aşikardır. Liyakat veya çoğunluğun tercihi gibi kurucu ilkeler ise hak getire. Bunlar bir yana iktidardan gidiş için ise hiçbir çözüm üretilememiştir.
Şîa ise hiçbir çözüm üretemeyerek idareyi 'imamet' olarak tanımlamış ve bunun Ehl-i Beyt'in inhisarında olduğu tezini savunarak seçimi kabul etmemiştir. İmamet doktrini yaşayan siyasî hüsranlardan sonra mistik bir mehdici beklentiye dönüşmüştür.
Sünnî ve Şiî gelenekten ayrışan Haricîler, deyim yerindeyse dinin kurucu ilkeleri olan istişare ve liyakate en uygun idareci seçimini gerçekleştirmiş, ancak onlar da kendi içlerinden seçim yapmışlardır.
Sonuçta Müslümanlar iktidara geliş ve gidiş kriterlerini belirleyemediği için bir yanda Hz. Ali, bir yanda Muaviye ve bir yanda da Haricîlerin idarecisi olmak üzere henüz sahabe zamanında üç ayrı halife çıkmıştır. Sonraki dönemlerde de gücü ele geçiren halifelik iddiasında bulunmuştur. Nitekim Bağdat'ta Sünni halife varken, aynı dönemde Mısır'da Şiî halife ve Endülüs'te de yine Sünni halife siyasî varlığını sürdürmüştür. Son örnek ise ABD mamulü Ebû Bekir el-Bağdadî oldu ve kendisine verilen rolle kendisini halife ilan etti, ancak macerası intiharla noktalandı.
Görüldüğü üzere Müslümanlar idarecinin nasıl seçileceği konusunda çözüm üretemedikleri gibi, iktidardan gidiş konusunda da hiçbir kriter getirememişlerdir. Deyim yerindeyse seçilen idareci ölene kadar iktidarda kalmak hakkını elde etmek üzere işbaşına gelmekteydi. Nitekim iktidarların çoğunun kanla bitmesinin arkasında bu çözümsüzlük vardır. Bununla beraber iktidarı ele geçirenler ise kendi saltanatı için düzenlemeler yapmayı ihmal etmemiştir. Dikkat edilirse İslam'ın erken döneminden beri yaşanan kavgalar, esasen dinî değil siyasîdir ve iktidar mücadelesidir.
Geleneksel Müslüman bilinci, halifeliği dinin içinden bir kurum olarak görür. Oysa halifelik Arap Müslümanların bulduğu yönetim biçimidir ve daha çok Emevîler döneminde kurumsal bir kimlik kazanıp Abbasiler zamanında dinî statüye büründürülmüştür. Yani dinin içinden çıkmış değildir. Bu yüzdendir ki, büyük devletler kurmuş olan Müslüman Türkler'den Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Babürîler, Timurîler veya Osmanlılar hilafet kurumu ihdas etme gereği duymamışlardır. Ancak Mısır'daki Fatımîler veya Endüslüs'teki Emevi idaresi kendi halifelik kurumunu oluşturmuştur. Her ne kadar Osmanlı Devleti dağılma sürecine girince hilafet gardıyla ortaya çıkmışsa da, gücü bu kurumu ihya etmeye yetmemiştir.
Osmanlı'nın dağılmasından sonra, bayrağı devralan Cumhuriyetin kurucu idaresi de kendi iktidarını veya saltanatını ihdas edebilirdi. Ancak bu yol yerine daha ideal yönetim biçimi olan Cumhuriyet'i tercih etmiştir. Nitekim kurtuluş savaşı başarıya ulaşırsa hükümet şeklinin nasıl olacağı konusu soruluna, Atatürk 'Zamanı geldiğinde Cumhuriyet olacaktır' demişti. 1920'lerden bu günlere ağır-aksak demokrasi ve pek de iyi olmayan tecrübelerle de olsa geldik.
Bundan sonraki süreçte de aydınlık Türkiye'nin yolunun Cumhuriyet ve ileri demokrasiden geçtiğini yaşanan tarihi tecrübeler ortaya koymaktadır. Unutmamak gerekir ki, Cumhuriyet halkın egemenliğine, hukukun üstünlüğüne dayanan, yurttaşları anayasal güvence altına alan bir yönetim biçimi sunmaktadır. Bu nedenle Cumhuriyet ve ileri demokrasi hepimizin ortak paydası olmalıdır. Üstelik gelişip güçlendirmek de kendi elimizde.