Okumakla yazmak arasında çok yakın ve çok sıkı bir ilişki vardır. Sürekli okuyup yeni bilgiler edinme alışkanlığı kazanmamış olanlar, zevkle okunan, dili ve anlatımı düzgün yazılar üretemezler. Yazmak okumanın bir sonucudur. Bir yazıda, kelimeleri dikkat ve titizlikle seçmek ve yerli yerinde ustaca kullanmak çok önemlidir. Dil ustalığı ve kelime seçimi sadece şiir için değil, nesir (düzyazı) için de geçerli ve gereklidir. Yazı yazarken en uygun kelimeyi bulmak ve onu doğru yerde kullanmak, başlı başına bir sanattır. Dilin akıcılığı, anlatım ve mûsikî kudreti ancak böyle ortaya çıkabilir. Alexander Pope, 'Kelimeler yapraklara benzer; onların bol olduğu yerde anlam meyveleri nadirdir.' der. Güzel yazı çetrefilli ve süslü yazı demek değildir. Konuşulan dili eğip bükmeden kendi doğallığı içinde yazıya aktaran yazar, dilin tadına varmış demektir. Bu da ancak dili sağlam, kaliteli, edebî değeri yüksek eserleri düzenli bir şekilde okumak ve dilin bütün inceliklerini kavramakla mümkün olabilir. Okumadan, öğrenmeden yazanlar tekrara düşerler; yeni, nitelikli ve özgün eserler ortaya koyamazlar. Böyle kimselerin yazmaması, yazmasından daha iyidir. Zira eskilerin deyimiyle okumadan alim, yazmadan da katip olunamaz. Aristo, 'Okuyup yazanla okumayan arasındaki fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir.' der. Yazmaya hevesli olanlar, önce düzenli bir şekilde okumayı ve doğru, köklü ve sağlam bir dil şuuru geliştirmeyi öğrenmelidirler. Onlar bir süre sonra yazdıklarının değiştiğini, daha da güzelleştiğini hemen fark edecekler, yazmaya karşı güvenleri de artacaktır. Okumadan yazmak, kazanmadan harcamaya benzer. Düzenli okumak, insanın bilgi ve kültürünü artırdığı, dil zevkini geliştirdiği gibi, içinde yazmaya karşı bir heves da uyandırır. Sürekli okuyanlar ve yeni şeyler öğrenenler, zamanla yazmak ihtiyacını da duyarlar, düşündüklerini yazıya aktaramamanın tedirginliğini yaşamaya başlarlar. Öte yandan, bir ilim, bir sanat ve kültür adamının, bir aydının sadece okuyup öğrenmesi ve düşünmesi de yetmez; onlar duygu, düşünce ve bilgilerini mutlaka yazıya da dökmelidirler. Bu onların sorumluluğudur, topluma karşı görevidir. Yazıya dökülmemiş, zaman ve mekan boyutu kazanmamış hiçbir duygu, düşünce ve bilginin, ne kadar güzel ve faydalı olursa olsun, hiçbir önemi ve değeri yoktur. O, beynin kıvrımları arasında kalmaya mahkûmdur. Zira kalıcı olan söz değil, yazıdır. İnsan ölümlü bir varlıktır. Eğer varsa onun güzel ve faydalı olan duygu, düşünce, bilgi ve kültürü kendisi ile birlikte yok olup gider.
Elbet önce bir yazarın, bir sanatçının ve bir aydının topluma karşı görev ve sorumluluğundan ne anladığımız, bu görev ve sorumluluğun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, yazılanların faydalı mı, zararlı mı olduğu vb. hususların da net ve açık bir şekilde tespit edilip ortaya konulması gerekir. Zira bir yazının muhtevası da dili ve üslûbu kadar önemlidir. Cemil Meriç, 'Aklına geleni yazmak, yazı yazmak değildir.' der. Biri çıkar, pek çok kimsenin katılmadığı görüşlerini ve düşüncelerini, 'ben böyle düşünüyorum, bunlar benim doğruların' diyerek yazıp neşredebilir ve eğer bunu yapmazsa halkına ve ülkesine karşı sorumlu olacağını da ileri sürebilir. Bunu demokrasinin ve düşünce hürriyetinin kendisine tanıdığı bir hak olarak görür. Bir toplumda böyle düşünenlere rastlamak her zaman mümkündür. Günümüzde de örnekleri çoktur. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Herkesin kendi doğrularıyla ortalıkta dolaştığı, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bir toplumda işler karışır, arapsaçına döner, huzur ve istikrar da bozulur. O sebeple, her yazarın ve sanatkarın milletin ortak kabullerine ters düşmemesi gerekir. Onun yazdıklarının ve sanatının kalıcı olması da geniş ölçüde buna bağlıdır. Yazmak her aydının, okuyan, duyan ve düşünen her insanın, halkın meseleleri karşısında duyacağı tedirginlikle ilgilidir. Bu tedirginliği dile getirmek de hem bir görev, hem de sorumluluktur. Böyle aydınlarımız ve yazarlarımız az da olsa vardır. Onlar yazıyor, üretiyor, tartışıyor, teşhis ediyor, tedavi yollarını da gösteriyorlar. Bütün mesele, bunların sayısını artırmak, yazdıklarına yayınlama kolaylığı getirmek, en önemlisi de onları yeni nesillere okutabilmektir. Belli türler ve formlar içinde okuyucunun karşısına çıkabilme cesareti gösterebilen her kalem mahsulünün okunmaya değer bir tarafı mutlaka vardır. Sarraf halis altınları sahtelerinden ancak onları dikkatli bir şekilde inceledikten sonra ayırır. Biz de bir önyargı gütmeden her yazarı okumalı, onun hakkındaki kararımızı daha sonra vermeliyiz. Hiç okumadan yazarları ve eserleri, 'değerli-değersiz, faydalı- zararlı' şeklinde bir tasnife tabi tutmak doğru değildir. Bakarsınız, hiç ummadığınız bir yazar günün birinde öyle bir yazı ile karşınıza çıkar ki, zihninizi allak bullak eder, fikrinize yeni ufuklar açar ve belki yüreğinizde yeni bir aşkın kıvılcımlarını bile tutuşturabilir. İyi okumalar ve yazmalar.