n

n
n Ben elektrik kesintilerini özledim… Eskiden olurdu, saatlerce otururduk mumun başında ya, işte o türden. Şimdiki gibi bir iki dakikalık olanlardan değil. Hani ekranlardan saatlerce uzak kalırdık da gözlerimiz dinlenirdi. Loş ışığın içinde hayaller kurardık. Yarı aydınlığın bize en güzel dünyaların kapılarını araladığı saatler… Nesneler, gözlerimizin önündeki gerçek dünyadan silinirken; küçük dünyamızda başka eşyalara, masal kahramanlarına dönüşürdü. Bir sürahinin bizi ve tüm sevdiklerimizi içine alan bir köşke dönüşmesini çevredekilerin konuşmaları bile engelleyemezdi. Işıksızlıktan, yarı aydınlıktan çok memnunduk. En önemlisi de birbirimize anlatacak hikâyelerimiz, okuyacak şiirlerimiz vardı.
n
n Bir toplantıya davetliyiz geçenlerde, yarı resmi. Ramazan olması nedeniyle yemekten sonraya ayarlamışlar salonu. Beş tane ütopyayı okuyup geldik, didik didik edeceğiz. Thomas Moore’un Ütopya’sından başlayıp Eric Frank Russel’ın “Ve Sonra Hiç Kalmadı”sına kadar. Öyle kendi halimizde, şatafata gerek olmadan. “Böyle şeyler artık yapılmıyor.” düsturuyla hareket ediyoruz sözüm ona. Not defterlerimiz elimizde, salondayız. Paramızın yettiğince küçük bir salon. Konuşmak isteyen arkadaşlar sırayla söz alıyor, kafalarının içlerini, esinlerini bir bir döküyorlar ortalığa. Bazıları o kadar coşkuyla anlatıyorlar ki düşüncelerini, Servet-i Fünuncuların Yeşil Yurt’unu çağrıştırıyor adeta. Tabi Allah’tan konuyu beş kitapla sınırlandırmışız. Öyle güzel, öyle hararetli konuşuyor ki herkes; günlerce hapsolsak konuşacakmışız gibi geliyor. İki saatten fazla süre akıp gitmiş, hiç anlamamışız. İçimden de gurur duyuyorum böyle bir topluluğa dahil olduğum için.
n
n Biz böyle mutlu mutlu eleştirirken içeriden çat diye bir ses geldi. Salon birden karanlığa gömüldü. Hepi topu otuz sıralık salonda oturan yirmi küsur insan, boyandıkları karanlıkla birlikte derin bir sessizliğe gömüldü. Bir iki arkadaş kalktı, sigortayı falan aradı, nafile. Salon sanki yalıtılmış, hiçbir sistem hiçbir yere bağlı değil gibi duruyor. İşin içinden çıkamadık. Süremizin bitmesine de yirmi dakika falan var. Nasıl olsa süre doldu diye kimsede fazladan bir gayret yok aksiliği bertaraf etmek için. Organizasyonu ayarlayan arkadaşlar koşturuyorlar ortalıkta. Diğerleri… Ateş böcekleri gibi yavaş yavaş kendilerini ışıklandırmaya başladıklarını görünce anladım ne yaptıklarını. Az kaldı küçük dilimi yutacaktım. Biraz önce ütopyaları hararetle tartışan koca koca adamlar, nazik nazik hanımefendiler cep telefonlarıyla face book’a, tweeter’a bağlanmaya çalışıyor. Çantamdan hep yanımda taşıdığım kitap lambamı çıkarttım, karanlıkta kürsüye doğru ilerledim. Lambayı yüzüme tuttum, “Müsaade ederseniz birkaç şey de ben söylemek istiyorum.” dedim. Birden kıpırtılar durdu. Ütopya kavramından, kitaplardan girdim; gerçek yaşamla örtüşmesinden çıktım. Ağzımdan çıkan her sözcüğü duymaya çalışıyorum ki, konuşmamı asıl söylemek istediğim şeye yönlendirebileyim. Son sözlere geldim nihayet: “Biraz önce herkes öyle coşkulu konuşuyordu ki bir an olması gereken bir dünya için umutlanmıştım. Böyle bir topluluğa dahil olduğum için de mutluluk duymuştum. Ta ki siz cep telefonlarınızı açıp sanal dünyaya bağlanana kadar. Ütopyaların yazılış sebebi; bizi, olan dünyadan koparıp alternatif dünyalara yaklaştırmak değil midir? Biz bu dünyadaki rabıtalarımızdan kopmadan nasıl başka dünyalara kanat çırpacağız? Bırakın kanat çırpmayı, şurada on beş yirmi dakikalık bir arada bile yaşadığımız dünyanın zincirlerinden kurtulamıyoruz, bunu yapamıyoruz. Teşekkür ediyorum, ama ben artık bu grubun içinde olabileceğimi sanmıyorum.” dedim. Lambamı yüzümden çektim ve merdivenlerden çıkıp salonu terk ettim. Eminim benim onlara içerlediğim kadar onlar da bana içerlemişlerdir. Ama bazen birinin, birilerine, yapmakla söylemek arasındaki ince çizginin ne olduğunu hatırlatması gerekiyor. ULTREYA…
n
order abortion pill on line abortion pill where can i buy abortion pills