Bugün Kurban Bayramı...
Kurban keserek yoksulları sevindirenlerin hayırları kabul olsun; veren elleri dert görmesin!..
Ancak, yazarı bilinmeyen bugünkü öyküdeki gibi de davranmazsak, daha iyi olur...
Çünkü, bir gören var; bir bilen var...

* * *

On bir yaşı, kırmızı ve sarı renkli çiçeklerle süslü siyah şalvarı, ayağında yeşil lastik ayakkabısı, kırmızı çorabı, üstünde kahverengi kazağı ve eskimiş mavi gocuğuyla bir gecekondu çiçeği Zeynep otobüs bekliyordu. Elinde güçlükle taşıdığı telis bir torba, yüreğinde kardeşi için yüklendiği umut vardı. Kurban Bayramından iki gün önceydi. Küçük kardeşi aniden rahatsızlanmıştı. Annesiyle birlikte götürdükleri doktor bir dizi ilaç yazmış ancak bunları alacak kadar paraları olmadığı için bayramı beklemek zorunda kalmışlardı.

Kurban bayramlarını hem seviyor, hem de sevmiyordu Zeynep. Sevmiyordu, çünkü hiçbir zaman diğer çocuklar gibi yeni bayramlığı ve parlak ayakkabıları olmamıştı. Ama, yılda bir defa da olsa et yemenin keyfine vardığı için seviyordu bayramları. Et yemeyi çok sevse de doya doya et yememişti şimdiye değin. Ailece bayramda komşuların gönderdiği etlerin azını yer, çoğunu da satarak evin ihtiyacını karşılarlardı. Bu bayramda ise daha az et yiyeceklerdi; kardeşi hastaydı ve ilaç için para gerekiyordu.

Zeynep elinde et dolu telis torba, kendisini şehrin en merhametli kasabı Hakkı amcaya götürecek otobüsü gözlüyordu. Hakkı amca orta halli bir kasaptı. Bayramın üçüncü günü sırf Zeynep için dükkânını açar ve onu beklemeye koyulurdu. Onun getirdiği et benzeri şeyleri pahalı alır, Zeynepi yüzünde gülücükle yolcu ederdi.

Uzaktan homurdana homurdana gelen otobüs isteksizce yanaştı durağa. Önce büyükler, sonra Zeynep bindi otobüse. Parasını uzattı şoföre ve her bir adımında, ardında kırmızı bir leke bırakarak arkalara doğru ilerledi. Zeynepin telis torbasından sızan kanlar yerleri kırmızıya boyarken, havayı da ağır bir koku kaplamıştı. Et fena bir şekilde kokuyordu. Nasıl kokmasın ki, Zeyneplerin evinde hiçbir zaman etin koyulacağı bir buzdolabı olmamıştı. Kokudan ve lekeden rahatsız olan yolcular Zeynepin gül yüzüne tiksinen bir bakış bıraktılar. Durumu fark eden otobüs şoförü azarlamaya başladı Zeynepi. Ne yapıyorsun öyle? Mahvettin otobüsü. Siz zaten hep böylesiniz. Ne kendinizi temizler ne de çevrenizi temiz tutarsınız...

Bir başka yolcu daha sert çıkıştı. Böyle cahil, kaba insanları toplumun içine almamak gerek. Böyle rezalet olur mu efendim? Zeynep başı önünde yutkunarak dinledi söylenenleri. Her söz bir balyoz olup başına, bir zehir olup küçük yüreğine düştü. Cevap veremedi Zeynep. Sadece içinden Benim suçum ne? Ben annemin dediğini yapıyorum. Küçük kardeşime ilaç alacağım diye söylendi... Ve kendisini bir sonraki durakta açılan otobüs kapısından dışarı itilirken buldu. Onunla birlikte inen bir yolcu : Ver bakalım ne var torbanda? diye sert çıktı.

İsteksizce ve biraz da utanarak uzattı Zeynep elindekini... Aman Allahım bu ne! Leş kokuyor bu torba, hepsi yağ bunların. İçinde doğru dürüst et yok. Bunları yerseniz ölürsünüz diye söylenen adam, telis torbayı kaldırdığı gibi çöp tenekesinin içine bıraktı. Sonra Zeynepe dönüp : Bak kızım! Sakın ola böyle şeyler yeme. Zehirlenirsin yoksa diyerek uzaklaştı. O torbadakileri bir gün önce sizin eşiniz ve komşularınız verdi diyemiyordu Zeynep ... Onun çocuk yüreği, karşısındaki kadar acımasız olamıyor, Önce bunları bize layık gördünüz, şimdi de layık gördüklerinizi bile esirgiyorsunuz diyemiyordu... Haykırmak istediği sözcükler boğazına kadar gelip orada düğümleniyordu...

Zeynep, kaldırım kenarında, ilaç bekleyen kardeşi için ağlıyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da çocuksu sesiyle mırıldanıyordu: Benim suçum ne? Bu eti veren eti içine koyacağımız eski buzdolabınızı bizden esirgeyen siz amcalarım değil misiniz? Beni eski elbiselere hapseden, sonra da bunu bana yakıştıramayan sizlersiniz. Benim suçum ne?...

* * *

Bayramınızı en içten duygularımla kutlar, sağlık ve mutluluklar dilerim...