n

n
n İnsanoğlu yaşamın hangi koşuluyla boğuşursa boğuşsun , onu hayata bağlayan en kalın yaşam ipidir çocukluk döneminde edindiği var oluş coşkusu… Açlıktan kırılırken, çamurlu suların içinde debelenirken, yüzündeki tebessümün tek açıklaması budur işte. Hepimiz bir şekilde yorgun dünyanın bağrına, ömür denen kısa bir anla bağlıyız. Bize verilen bu ömrü tüketirken de kendimiz dışında yaşam şekillerini pek algılayamıyoruz. Mesela, ilkel diye bildiğimiz kabilelerle karşılaşınca onların bu şartlarda nasıl mutlu olabildiğine şaşıyoruz. Ben de beynini modern hayata kaptırmış her âdemoğlu gibi, bir hayli hayretler içinde kalıyordum böyle toplulukları düşününce. Kendi kısıtlı bakış açımdan, onlar hakkında hiçbir veriye sahip olmadan üstelik. Allah tan aklım başıma geldi de önyargılarımla mücadele etmeye başladım. Henüz dünyayı dolaşma imkanı bulamadım, başka başka kültürlerin yaşam şekilleri önüme getirildiğinde en azından onlarla ilgili araştırmalar yapmaya, onları kendi mantıksal bağları içinde algılamaya çalışıyorum. Yaşama coşkularının köklerine, kendimi o toplumun içinde hayal ederek ulaşmaya çalışıyorum.
n
n Ülke sınırları içinde farklı kültürden bir insanı gördüğümde de yüzünde ilk aradığım, onun yaşama bağlılığı oluyor. Kendi kültürleri içinde yaşama sevincini nereden aldıklarına bakıyorum. Kültürler arası farkı bir kenara bırakırsak, bazı insanlar yüzünde, tebessümlerine sığdırmaya çalıştıkları o kadar büyük bir yaşama sevinci taşıyorlar ki… Görüp de çarpılmamak imkansız. Belki de kıtalar arası dolaşmayı bir kenara bırakıp yurdumun insanının yüzünde aramak lazım bu coşkuyu. Şimdi tatil dönemi, hepimiz bir şekilde Anadolu’nun bir yerinden başka bir yerine akıveriyoruz. Mesela ben şu anda Trabzon’un yayla köylerinden birindeyim, birkaç gün önce de İç Anadolu’da gezdim. Topraklarına, bu topraklara elleriyle biçim vermeye çalışan insanlarına tutkun biri olduğum için insanların gözlerindeki hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyorum. Zaten buralarda insanlar seni gözünden yakalıyorlar. Arabanı durdurup ineğini güden ikiye katlanmış, seksen yaşındaki bir teyzenin çatlak ellerini öpmeye çalıştığında pırıl pırıl bakışlarıyla, tevazusuyla yaşama sevincini sana aşılıyor. “Beni görüp de arabanızı yanımda durdurdunuz, hatırımı sordunuz ya, Allah da sizden razı olsun.” diyerek mutlu olabiliyor. Kimileri buna eziklik psikolojisi diyebilir; ama düpedüz insan kadri kıymeti bilmekten başka bir şey olamaz. Şehir hayatı içinde ölüm korkusu yüzünden psikolog psikolog dolaşanlara inat, Nutfiye teyze, belki de son günlerinde böyle bir yaşama sevinciyle asılıyor hayata. Küçücük ikiye katlanmış bedeni koca bir anıt gibi devleşiyor yolda ilerlerken. Ben garip de üzülüyorum neden biz de böyle olamıyoruz diye. Ab-ı hayatı arayan bir gezgin gibi, yüreğim elimde oradan oraya savrulurken, anlamaya çalışıyorum. Bazen çaktırmadan notlar alıyorum. Neyi yanlış yaptığımıza dair maddeler oluşturmaya çalışarak, yaşama sevincini besleyen doğrulara ulaşmaya çalışıyorum naçizane. İşte size onlardan birkaç tüyo: “1.Dağ köylerinin birçoğunda insanlar mezarlarını kendi evlerinin başlarına yapmışlar. Ölüm onlar için doğum kadar doğal ve her zaman gözlerinin önünde. 2.Attıkları her adımı doğaya göre ayarlıyorlar, onlar için en büyük rehber o. 3.Sıkıntılarını dertlerini fazla konuşmanın ayıp olduğunu düşündükleri için fazla dertlenmiyorlar, dert yanmıyorlar.” Tabi her şeyi bu şekilde kategorize edemeyiz. Ben sadece yaşadıklarımdan birkaçını sizinle paylaştım. Psikolog arkadaşlar bana kızmasınlar; ama bu insanların yaşama karşı aldıkları böylesine bir tavırdan daha etkili bir tedavi yöntemi olabileceğini düşünmüyorum. İnanmıyorsanız gelin ve insanların yaşama coşkularını ve sevinçlerini bir de siz görün.
n
n ULTREYA….
n