9 Ekim'de başlayan Barış Pınarı Harekatı örnek bir başarı ile devam ederken yakın ve uzak coğrafyalardan terör örgütlerini korumaya çalışan Türk düşmanlarına bütün çıplaklığı ile yeniden tanık oluyoruz. Yeniden tanık oluyoruz; çünkü geçmişte de atalarımız benzer Türk düşmanlıklarına tanık olmuşlardı. Geçmişi unutarak bugün ve gelecekte başarı elde etmek olası değildir. Türk Ordusunun harekatı en az kayıpla tamamlaması için Tanrı'ya yakarırken, geçmişte aynı coğrafyada yaşadıklarımızın küçük bir özetini anımsamanın gerekli olduğuna inanıyorum.
Önce bir saptamada bulunmalıyım; Harekatın başlamasından birkaç gün önce Halk TV'nin Medya Mahallesi adlı yayınında gazeteci Ayşenur Arslan, savunma harcamalarının önceki yıla oranla %70 arttığını eleştirel sözlerle duyurmuştu. Silah ve cephane satın aldığımız ülkelerin satışlarını durduklarını duyurunca bu artışın anlamını anladıklarını umarım. Türk Ordusu'nun yapısında oluşturulan bunca yıkıma karşın yerinde tasarımların sürebildiğini görmek sevindiricidir. Yine Umarım ki, savunma gereksinimlerimizin tamamının öz kaynaklarımızla karşılanması için aceleci bir özen gösterilir.
1nci Büyük Savaş'ta Arapların, yayılmacı İngiliz, Fransız ve İtalyanlara nasıl uşaklık ederek Türk kıyımına yardım ettikleri bilinmektedir. Barış Pınarı Harekatındaki Türk karşıtlıklarına bugün de tanıklık etmemiz yadırganmamalıdır. Uluslararası ilişkilerimizi, gelecekte de ayrımlı(farklı) bir davranış görülmeyeceği bilinci ile tasarımlamamız gerektiği unutulmamalıdır. Dikkatle izlediğim yetkin ve saygın tarihçimiz İlber Ortaylı'nın, 'Arapların içinde de Türklere dostane bakan bilim adamları vardır.' Saptamasına katılmakla birlikte bu gerçeğin Arap ülkelerinin dış politikalarına olumlu katkı sağlamadığı da bir o kadar gerçektir. Yine 1nci Büyük Savaş'ta Alman subaylarının Türk Ordusu'nu eğitmek amacıyla Osmanlı Devleti'nin yanında olduğunun koca bir yalan ve aldatmaca olduğunun bilinmesi gerekiyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa 7nci Ordu Kumandanı olarak Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya 20 Eylül 1917 tarihli tarihi yazanağında(rapor) şu saptamalarda bulunmaktadır; ' Müttefiklerimizin askeri darbelerle düşmanlarımızı barışa zorlamaları artık bahis konusu olmayıp, Almanlar özellikle taktiksel idareyi 'Geliniz! Bizi mağlup ediniz!' esasına bağlamışlardır.' 'Bugün içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla beraber bulunarak kurtulmak zaruri ise de Almanların bu zaruretten ve harbin uzamasından istifade ederek bizi sömürge şekline sokmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetine karşıyım ve devletin ileri gelenlerinin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar bağımsız ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm. Ayrı ve bağımsız olma sebeplerinde kıskanç olduğumuz Almanlarca gereği gibi anlaşıldığı gün onların bizi Bulgarlardan daha saygın göreceklerine sizi temin ederim.'(*) Barış Pınarı Harekatının başlaması ile birlikte, Almanya'nın Türkiye'ye silah satışını durdurduğunu duyurmasıyla yüz yıl önceki amaçlarının benzer olduğunu görmek de şaşırtıcı olmamalıdır.
ABD'nin Türk Ordusu'nun etki alanındaki askerlerini çekmesi de bizi yanıltmamalıdır. Suriye'nin ve Irak'ın kendisince uygun bölgelerinde terör örgütlerine 'vekalet' vermeye devam edeceği beklenmelidir. Yayılmacılığın(emperyalizm) kayıtlı(tescilli) devleti olan Amerika; Afganistan, Irak, Libya ve Suriye saldırılarında, ister paralı(profesyonel!) askerleriyle olsun isterse desteklediği terör örgütleriyle olsun yenilmiştir. Brzezinski'nin Stratejik Vizyon adlı kitabındaki önerilerini dikkate almadığı sürece de yenilmeye devam edeceği anlaşılmaktadır. Erdoğan'ın 'Profesyonel Askerlik' olarak tanımladığı yeni Askerlik Yasası'nın da bu örnek dikkate alınarak bir an önce yürürlükten kaldırılmasının zorunluluğu görülmelidir.
16ncı yüzyılda Türkleri Arap bataklığına sürükleyen akıl ve bilim yoksunu Osmanlı yönetiminin eş zamanlı olarak bulaştırdığı Arap kesin yargısının(dogma-taassup) bir türlü sağaltılamayan( tedavi etmek) hastalıklı yapısı, Cumhuriyetin Atatürk dönemi dışında, devam etmektedir. Tarihi gerçeklere gözleri ve usu kapalı olarak İhvan(Müslüman Kardeşler) seviciliğini sürdürenlerin Arap Birliğinin harekat karşıtı açıklamalarından yakınmalarının hiçbir değeri olamayacaktır. Yayılmacıların işbirliği ve AKP iktidarının desteği ile gerici FETÖ'nün Türk Ordusu'na yaptığı Ergenekon kıyımındaki Balyoz sanığı yurtsever subay, Emekli J. Kur. Alb. Mustafa ÖNSEL'in, Askeri Casusluk davası sanığı olup Barış Pınarı Harekatında Suriye'ye ilk giren komandoların başındaki Tuğgeneral İdris Acartürk ile ilgili sosyal ağdaki bir bildirimini okurların dikkatlerine sunmak isterim: ' Harp Akademisinde birlikte okuduk. Cezaevinde kısa bir dönem de olsa birlikte kaldık! Nesli tükenmeye yüz tutmuş subaylardandır İdris Cantürk. Adını yazın bir tarafa, seneye Şura'da ihtimal ki emekli ederler. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı'na kim katıldıysa emekli edildi de…'
Osmanlı döneminin Suriye Cephesi'ne ilişkin Cemal Paşa'nın, Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer'in anıları gibi kanıtları, Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı gibi tanık saptamalarını incelemek bile uygulanması gereken strateji için yeterlidir. Bunları başka bir yazının konusu yapmak üzere değerli bir dostumun gönderdiği, atalarımızın yaşadığı acı dolu tarihi bir bilgiyi 'unutulmamalı' dileklerimle paylaşmak istiyorum: ' Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere 150.000(Yüz Elli Bin) askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi. Kampın tam adı, 'Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-ı Harbiye Kampı' idi. Bu kampta, Filistin Cephesinde esir düşen 16ncı Tümen'in 48nci Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu. 12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar. İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi. Kamptaki Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle kampların İngiliz komutanları azılı Türk düşmanı haline gelmişlerdi. Savaş bitmişti. Ancak kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri Ermeniler tarafından İngilizlerin beyinlerine işlenmişti. Çözüm toplu katliamdı. Askerlerimiz mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak; Suya normalin üzerinde 'krizol' maddesi katılmıştı. Mehmetçik suya daha ayağını soktuğunda aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu. İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Ancak bu kez İngilizler başlarının üzerine ateş etmeye başladılar. Askerlerimiz ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Başını sudan kaldıran artık göremiyordu, çünkü gözleri yanmıştı. Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda vermedi ve 15.000 askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak On Beş Bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunu faili olan İngiliz doktor, Garnizon Komutanı ve askerlerin cezalandırılması için teşebbüse geçilmesini istediler.'
(*) Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Türkiye İş Bankası Yayınları, Mart 2018 İstanbul, Sf.53,58