Alışmak gibi bir huyumuz var.
Aslında bu bir huy mudur, biyolojik ya da ruhsal bir özellik midir irdelemek lazım.
Adaptasyon yani uyum açısından bakılırsa, hem biyolojik hem de psikolojik bir özellik olarak kabul edilebilir.
Alışılacak duruma bağlı bir olgu olduğunu düşünmek, daha doğru görünüyor.
Her ne olursa olsun, insanın uyum özelliğinin, oldukça kullanışlı bir özellik olduğu gün gibi ortada.
Öyle ki, bu özellik üzerinden insan:
Boyun eğmiş, kul-köle olmuş, uşak olmuş, serf ya da reaya olmuş.
Egemen olmuş; kral, padişah, imparator, emir, din adamı, bilim adamı olmuş.
Asker olmuş; ölmüş öldürmüş.
İktidar olmuş, iktidara rıza gösteren olmuş.
Hep bir şeylere alıştıkça, hep başka şeylere de alışması gerekli olmuş.
İşte kıyamet de burada kopmuş!
Neden hep ben alışmak zorundayım?
Neden hep ben eziliyorum?
Neden hep ben kullanılıyorum?
Neden hep ben ölüyorum?
Neden hep ben çalışıyorum?
Neden hep ben fakirim, yoksunum?
Yani sorgulamaya başlamış. Sorgulamış. Düşünmeye, araştırmaya, yazmaya, okumaya başlamış.
Ve görmüş ki; ne kadar alışmış, ne kadar susmuş, ne kadar boyun eğmiş, ne kadar ortacı olmuşsa o kadar yok olmuş, yoksul olmuş, yoksun olmuş.
Battıkça pragmatizmin bataklığına ve çırpındıkça, o bataklıkta boğulmuş kalmış.
Ve gelirsek esas mevzuya: Aylardır tarım aşağı, gıda fiyatları yukarı, tarımsal ithalat patladı, tanzim satış çadırları açıldı-kapandı, Patates-Soğan-Patlıcan derken; yandı bitti kül oldu.
Yine biz kaldık ortada.
Alıştık galiba!
Düzene uymaya!
Biz ise; ' Kral Çıplak' demeye!
Haydi rastgele…