Nokta kadar menfaatleri için virgül gibi eğilip üç kuruşluk menfaatler için iftiralar atan ve kurdukları kumpaslarla nice canları yakanların vicdanları rahat mı?..

O insanların; hasret çeken ve yüreklerine acı düşen çoluk çocukları, hiç akıllarına geliyor mu?..

Kim bu vatana ihanet ettiyse, kim tüyü bitmemiş yetimin hakkını yediyse, kim bu ülkeyi bölmek isteyenlere yataklık yaptıysa, cezasını çekecek!..

Ancak, bütün bu suçlamalar belgeleriyle kanıtlanması şartıyla…

Neyse uzatmayalım...

Bugünkü "Dayan" başlıklı öykümü; her türlü sıkıntı, hastalık ve belalarla mücadele eden insanlara ithaf ediyorum…

* * *

Küçük yaşlarından beri çalışarak okuyan ve sonunda bilim adamı olan Yusuf Bey, çalıştığı üniversite camiasının yanı sıra şehrin ileri gelenleri tarafından da sevilen biriydi.

Arkadaşları arasında çok sayıda makalesi uluslararası platformlarda kabul gören Yusuf Bey, devlet katında da itibarlı bir adamdı.

Günün birinde, ona bölüm başkanlığı görevi teklif edildi. "Hayır" diyemedi. Bu bir taltifti.

Çünkü, gece gündüz demeden çalışıyordu. Rektör Ramis Bey, bunu görmüştü.

Hanımı öğretmen olan Yusuf Bey, çoğu zaman eve geç geliyordu. Hanımı Ayşegül, eşine bir gün olsun, 'Bu kadar çok çalışma" dememişti. Çünkü, kocasının devlet, millet ve bayrak aşkını biliyordu.

Yusuf Bey, bu yüzden "Üretmeyen toplumlar tükenir" sözünü, hem çocuklarına hem de öğrencilerine sık sık hatırlatan biriydi…

Üniversitenin her türlü imkanı vardı. Ülkenin kaynakları da kısıtlı değildi. "Elin adamı"ndan eksik olan yan neydi?..

Günlerden bir gün Yusuf Bey'i, Rektör Ramis Bey makamına çağırdı. Rektörün yüzü asıktı. "Hayırdır hocam" dedi Yusuf Bey.

Rektör Bey, suskundu. "Bak Yusuf" dedi. "Senin hakkında bir şikayet var. Emir yukardan geldi.

Hakkında soruşturma açılacak. Seni bu süre içinde görevden almam gerekecek."

Yusuf Bey, yer yarılmış yerin dibine girmişti sanki. Kıpkırmızı kesilmişti. "Suçum neymiş hocam?" diyebildi sadece.

Ramis Bey, bunun kendisine de bildirilmediğini söyledi.

Birkaç gün sonra Cumhuriyet Savcılığı'na çağrılan Yusuf Bey, adı gizli tutulan biri tarafından "Casuslukla" suçlanmıştı.

Yusuf Bey, hakkındaki iddiayı duyunca, ister istemez gülümsedi. İddia, Cumhuriyet Savcısı Şakir Bey'e göre de inandırıcı değildi ama işlem yapmaya mecburdu.

Güya Yusuf Bey, ülkenin sırlarını parayla Almanlara satmıştı. "Sır" denilen şey, aslında Yusuf Bey'in makalelerinde yayımlanan bilimsel çalışmalardı. Bu makalelerde, savunma sanayi ya da askeri konular yerine ülke tarımında verimin yakalanmasına yönelik yazılar vardı. Gizli saklı bir şey de yoktu.

Nöbetçi mahkemeye sevk edilen Yusuf Bey, tutuklandı. Şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu. Balyoz, Ergenekon ve Poyrazköy gibi davalarda ortaya çıkan benzer şeylere o günlerde inanamamıştı. O zaman "Yok ya öyle değildir" diye itiraz etmişti. Yusuf Bey, cezaevi yolunda, "Oluyormuş demek ki" diye düşündü.

Ertesi gün gazetelerde, "Casus çıktı", "Vay be casusmuş!" ve "Utanmadın mı hocam!" manşetleri vardı. Yusuf Hoca, ailesi ve sevenleri kahrolmuştu. Bu nasıl suçlamaydı?…

İftira çok ağırdı. Bir gizli tanığın mektubundan başka bir delil yoktu. O mektubu yazan da büyük bir ihtimalle, tanıdık biri olmalıydı.

Aylar geçti. Yusuf Hoca'nın nefes darlığı hastalığı daha da arttı. Gece yatarken oksijen makinesiyle nefes alıyordu ama koğuştakilerin cihazdaki suyun fokurdamasından rahatsız oldukları için uyuyamadığını da biliyordu. Çok ağırlaşmadığı zamanlar rahatsızlık vermemek için kullanmıyordu. Koğuş arkadaşları "Rahatsız değiliz" dediklerinde, "İyiyim. O yüzden kullanmıyorum" diyordu. Aslında hastaydı...

Mahkeme heyeti, bazen eksiklikler bazen de birtakım belgelerin gelmesi için gün atıyordu. 9 aydır hapisteydi. Artık dayanamıyordu. Koğuştaki arkadaşları çoktan dışarı çıkmıştı. Bir gün Adalet Bakanlığı'na durumunu yazdı, "Casus isem her türlü cezaya razıyım" dedi ama hiç cevap alamadı.

Kimdi kendisiyle böyle uğraşan?.. Ne yapmalıydı, şaşkındı. Ailesinden başka derdini anlatacağı kimse kalmamıştı. Akademisyen arkadaşlarından bir kaçının dışında hiç kimse ziyarete de gelmemişti. Oysa onların başına bir şey gelse, Yusuf Hoca, iki eli kanda da olsa koşar giderdi. Hiç dert etmedi…

Yusuf Hoca o sabah, ağırlaştı. Cezaevinin cankurtaranı ile en yakın hastaneye kaldırıldı. Acildeki ilk müdahaleden sonra yoğun bakıma alındığında eşi Ayşegül Hanım da hastaneye yetişmişti. Yıkılmıştı kadın. Neydi bu çektikleri?..

Yoğun bakımın önünde nöbet tutan asker, Yusuf Bey'in üzerinden çıkan hırpalanmış bir kağıt parçasını Ayşegül Hanım'a uzattı.

'Yerde bulduk' dedi. Kağıttaki notu bir çırpıda okudu:

"Dayan be gönlüm!

Biçare değilsin Yaradan sana yar.

Kimsesiz değilsin, yanında "kimsesizlerin kimsesi" var.

Biliyorum!

Sığmazsın hiçbir yere bu sevdayla, dünya sana dar!

Dayan gönlüm dayan!

Dayan ki, her gecenin mutlaka bir sabahı var!"

Ayşegül Hanım, Mevlana'nın bu sözlerini okuduktan sonra bir ok gibi oturduğu kanepeden fırladı. Gözyaşlarını sildi. Sanki kocası ona not düşmüştü. Ellerini semaya açıp, dua etmeye başladığında, yoğun bakım ünitesinden çıkan doktor, Yusuf Bey'in sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Yusuf Bey, 10 günlük tedavinin ardından cezaevine döndü.

Aradan birkaç ay geçti. Yusuf Bey'in bu kez de romatizması baş gösterdi. Ağrıları vardı. Spor yaparak ağrıları azaltmaya çalışıyordu. 'Cezaevinde ölmeyeceğim' diyordu arkadaşlarına…

Avukatı Okan Bey, görüş gününde cezaevinde Yusuf Bey'i ziyaret ettiğinde, o ihbar mektubunu kimin yazdığını öğrendiğini söyledi. Yusuf Bey, sanki biliyormuş gibi davrandı. Üniversiteden biri olduğu kesindi. Düşündüğü gibi çıktı. Aynı bölümde çalıştıkları Servet Bey'di o mektubu yazan. Yusuf Bey'i aradan çıkararak bölüm başkanı olmayı amaçlamıştı. Rektör Ramis onu atamamıştı. Tembel ve yalaka biriydi. Ancak, uzun zamandır vicdan azabı çekmişti. Polise her şeyi itiraf etmişti.

İlk duruşmada mahkeme heyeti, Yusuf Bey için beraat kararı verdi. Servet Bey'i ise tutukladı.

Ayşegül Hanım, cezaevi kapısında Yusuf Bey'e hasretle sarılırken, "Şükürler olsun, gecenin sabahı var" dedi. Yusuf Bey'e yabancı gelmeyen bu ifade, aylardır aradığı o kağıtta yazılıydı. Demek ki o kağıt eşinin eline geçmişti. İlk kez aylar sonra bu kadar içten güldü.

Yusuf Hoca, bir daha o üniversiteye dönmedi. Öğrencilerine değil ama konuştukları zaman mangalda kül bırakmayan bazı arkadaşlarına kırgındı. Bu iftira karşısında aydın duruşu göstermek yerine sessiz kalışlarını içerlemişti.

Hangi makam, hangi koltuk ya da hangi zenginlik, bir insana ve ailesine bu kadar acı çektirmek için değerdi?..

İki erkek çoğu evlenmişti. Eşi de emekli olunca yaşadığı ilden uzak yabancı bir diyarda, kimsenin onu tanımadığı bir köye yerleşti. Bir Çin atasözünde denildiği gibi uzun ve huzurlu yaşamak için toprağı, çiçeği ve böceği seçti. Köy sakinlerine modern tarımı ve verim almayı öğretti. Köydeki lakabı da 'Purof Yusuf' olmuştu.

* * *

Bugününüz dünden daha iyi olsun. Huzurlu ve sağlıklı günler dileğiyle...