Bir dl ve söz sanatı olan edebiyatın en eski, en köklü ve en yaygın türü, şüphesiz şiirdir. İnsanoğlu zevk, duygu, düşüne ve hayallerini ilk önce nazımla, şiire benzer söz kalıplarıyla ifade etmiş, düzyazı (nesir) ve ona bağlı türler, kültür ve medeniyet tarihinin daha sonraki dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Her milletin dil ve edebiyatı için geçerli olan bu durum, elbet bizim için de geçerlidir. Tarih boyunca şiir, bizim kültür, sanat ve sosyal hayatımızın da ayrılmaz bir parçası olmuş, edebiyatımız başlangıcından itibaren hep bir şiir edebiyatı olarak gelişmiştir. Dilimizin bilinen en eski yazılı metinleri olan Göktürk Yazıtları'nda bile, şiirin söyleyiş güzelliği, nazmın ahengi vardır. Atalarımız İslam kültür coğrafyası ile tanışmadan önce, Orta-Asya'da Uzakdoğu medeniyeti içinde yaşarlarken kendilerine has bir kültür, şiir ve edebiyat dünyası yaratmışlar, kaynağını dinî inanışlar teşkil eden ve şölen(genel ziyafet törenleri), Sığır (av ve eğlence törenleri), yuğ (yas ve cenaze törenleri) adı verilen törenlerde, kopuz denilen millî saz eşliğinde okunup söylenen şiirler ortaya koymuşlardır.Bu şiirlerin savaş ve kahramanlık konusunu işleyenlerine destan, aşk, sevgi ve tabiat konulu olanlarına koşuk, ölüm ve yas konulu olanlarına ise sagu denirdi. Bunları çalıp söyleyen, oba ve oymaklar arasında yaygınlaşmasını sağlayan şairlere de, değişik Türk boylarında şaman, baksı, oyun, ozan gibi adlar verilirdi. Toplumun aydın ve entelektüel tabakasını oluşturan bu şairler, sevilen, saygı ve güven duyulan, hemen her konuda akıl danışılan çok yönlü kimselerdi. Büyücü, hekim, kahin, raks ve mûsikî ustası idiler. Halk maddî ve manevî anlamda onlarla adeta bütünleşmişti. Onların kutsallığına, birtakım üstün değerlere sahip olduklarına inanılıyordu. Şiire ve şaire verilen bu yüce değer, İslamlık sonrası edebiyatımızda da artarak devam etti. Şiir bu dönemde de kutsal sayıldı, yüceltildi, bütün hayatın üstün bir ifade vasıtası, ayrılmaz bir parçası olarak algılandı. Şair de, 16. yüzyılın ünlü şairi Bakî'nin bir gazelinde söylediği gibi, "söz ülkesinin tek sahibi, anlı-şanlı padişahı" olarak görüldü ve saygı gördü. Bu devirde pek çok devlet erkanı, hatta bazı padişahların kendileri de bizzat şairdir ya da şiir ve şaire değer veren, saygı duyan kimselerdir. Yüzyıllardan beri yapılagelen şiir toplantıları, şiir şölenleri, şuara (şairler) meclisleri, milletimizin şiire verdiği değeri, şiirle nasıl bütünleştiğini gösteren önemli bir göstergedir.
Pek sık ve verimli olmasa da, canlı bir geleneğin devamı olarak günümüzde de yapılmakta olan benzer toplantılar, bizim eski hayatımızda aynı zamanda önemli bir dil ve sohbet meclisi, bir eğitim ve kültür yuvası idiler. İsteyen herkese açık olan ve mûsikîmizin seçkin eserlerinin de icra edildiği bu toplantıları, devrin tanınmış sanat, edebiyat ve fikir adamları, yüksek bilgi ve kültürleri ile zenginleştirirler, dinleyenler de bundan nasiplenirdi. Çoğunlukla paşa konakları ya da varlıklı ailelerin evlerinde yapılan bu toplantılar, aynı zamanda Türkçe'nin bütün güzelliği, inceliği ve ifade imkanlarıyla canlı tutulduğu, konuşulduğu, öğrenilip öğretildiği, dil zevkinin aşılandığı ve geliştirildiği yerlerdi. Biliyoruz ki bir dilin kelime zenginliği ve ifade gücü, en yoğun bir şekilde güzel bir şiirde kendini gösterir. Bu toplantılarda okunan şiirler de, hem dilin ve millî kültürün gelişmesine, hem de millî kimliğin oluşmasına ve güçlenmesine hizmet etmiş olurdu.
Ne var ki, toplumumuzda kültür, sanat, edebiyat, şiir ve şaire verilen bu üstün değer, hızını giderek kaybetti. Bunun elbet birçok sebebi vardır. Ama taklitçiliğe, sığlığa düşen, bir yenilik sevdası uğruna halktan ve gelenekten koparılan sanat ve şiir anlayışlarının ve elbet şairlerin bunda önemli bir rol oynadığı da bilinen bir gerçektir. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, özellikle 2. Meşrutiyet sonrasında, artık şiir halkın nazarında boş ve anlamsız bir söz, şair de ciddiyetsiz, akılsız, boş konuşan bir kimsedir. Bu devirde ve sonrasında yetişen birkaç büyük ve değerli şairin üstün gayreti de şiirin haysiyetini kurtarmaya maalesef yetmemiş; şiire çok az sayıda meraklının, şiirin zevkine varmış birkaç aydının dışında ilgi duyan pek kalmadığı gibi, şair de eski saygınlığını büyük ölçüde kaybetmiştir. Yaklaşık iki yüz yılık bir süreyi dilde, sanatta, şiir ve edebiyatta hep bir yenilik arayışı içinde geçiren bir toplumun varacağı nokta, elbet sonunda bu olacaktı. Ne biçim bir yenilikse bu, ona bir türlü ulaşamadık. Aramaya devam ediyoruz. Claud Bernard "Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz." diyor. Herhalde biz de, ya ne aradığımızı bilmiyoruz ya da bulduğumuzu anlamakta zorluk çekiyoruz. Dil ve şiir üzerine yapılan eski-yeni tartışmaları, "ben yeniyim, ben daha yeniyim" şeklindeki atışma, sataşma ve böbürlenmeler, son yetmiş seksen yıl boyunca da sürüp gitti. Hızı ve dozu biraz azalmış gibi görünse de, benzer kavgaların günümüzde de devam ettiği söylenebilir. Bakalım aradığımız yeniliği ne zaman ve nerede bulacağız!? Bekleyip görelim.