Marco Polonun hiçbir zaman çıkılamayacak dediği ve bilindiği üzere Ağrı dağında bulunan Nuh'un gemisinin bulunduğu zirveye 9 Ekim 1829 yılında Prof. Frederik Von Parat ve ekibi tarafından ulaşıldığını bilmeyenimiz yoktur, fakat bu uzun tırmanış sırasında yaşananları da duymamış olabiliriz. Bir arkeolog arkadaşım ile muhabbet sırasında anlattıklarını büyük ilgi ile dinledim.
Tırmanış başlamış hemen hemen yolun yarısına gelindiğinde; malzeme taşıyanlar kendi aralarında konuştuktan sonra birden bire durup yere otururlar ve öylece sessizlik içinde beklemeye başlarlar, tabi orada bulunan arkeologlar buna bir anlam veremezler.
Saatler geçer, malzeme taşıyıcıları yine kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulurlar, nihayet Nuh'un gemisinin bulunduğu mevkiye ulaşırlar.
Ulaşırlar ama orada bulunan tüm arkeologların kafasında aynı soru vardır, içlerinden biri bu meraklarını gidermek için yaşlı rehberin yanına yaklaşır ve sorar; "Anlayamadığımız bir şey var, neden yolun yarısında saatlerce oturup bekledik ve o kadar zaman kaybettik, lütfen bir açıklama yapar mısınız"
Yaşlı rehber, "Efendim, kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok geride kaldı, ruhlarımızın bize yetişebilmesi için oturup bekledik"
Arkeologlar hep bir ağızdan "olur mu öyle şey ruhlarımız hep bedenimizde bizimle birliktedirler" demelerine kalmadan, yaşlı rehber;
- Niye, neden, niçin içimizde hep bir eksiklik duygusu ile yaşıyoruz, "neden" mutlu olmayı beceremiyoruz, "niçin" kendimiz olmayı başaramıyoruz ve "niye" ile başlayan daha birçok sorunun cevabını bulamıyoruz...
Arkeologlar aldıkları bu cevap karşısında şaşkın ve düşünceli kalsalar da başka soru sormadan işlerine koyulurlar...
Evet bu saçma hayat içinde o kadar hızlı yol alıyoruz ki, ruhumuz çok gerilerde kaldı, onu nerede unuttuğumuzu hatırlamıyoruz...
Var mı hatırlayanınız?
Yok...
Yaşam savaşı içinde birçok kaybettiğimiz değerimizi bulabilmek için sağa sola saldırıyoruz, saldırıyoruz da "neyi" aradığımızdan hala bihaberiz...
Sanıyoruz ki, çok paramız, iyi bir kariyerimiz, bahçeli muhteşem bir evimiz, gösterişli spor arabamız olunca; her şey güllük gülistanlık olacak, mutlu olacağız. Öyle mi?
Peki sorarım o zaman, "niye aşktan şikayet ediyorsunuz, çevrenizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor, herkes mutlu mu?"
Sanmıyorum...
Ben, ten uyuşması kadar ruh uyuşmasına ve insanların eş ruhlarının olduğuna inanırım ama ruhsuz bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilirler, bunu da irdeler sorgularım.
Önce göz görür ancak ruh sever. Ruh olmadan eş ruhu da bulmak imkansızdır. Bu nedenle içimizde hep bir eksiklik duygusu vardır. Yani yarım yamalak yaşıyoruz hayatları.
Yarım yamalak demişken sevgili dostum Bekir Birincioğlu, bu kısa şiirinde ne güzel ifade etmiş;
KIRIK, DÖKÜK
YARIM YAMALAK,
EKSİK
YAŞIYORUZ
YAMALI HAYATLARI...
YA BECEREMİYORUZ
YAŞAMI,
YA DA,
BİR ŞEY YOK ZATEN...

İşte bu yüzden içimizde hep bir eksiklik var, işte bu yüzden görünmez duvarlara çarpıyor kendi kendimizi kandırıyoruz...
Belki çok şeylere sahibiz ama koşar adım yaşıyor mutluluğu yakalayamıyoruz, zaman o kadar hızlı akıp geçiyor ki hiçbir şeye yetişemiyoruz, işte bu yüzden bütün ilişkiler kopuk, bütün sevgiler bölük pörçük... Niye mi? .. Ruhumuz çok gerilerde kaldı yetişemiyor hızımıza, unuttuk onu...
Milan Kundera'nın "yavaşlık" adlı kitabında yazdığı gibi;
"Yavaşlık hep aldatır, hızlılık ise unutturur"...
İşte böyle, freni patlamış bir kamyonun yokuş aşağı gidişi gibi yaşamanın bir anlamı yok...
Ayağımızı gazdan çekip, mola vere vere ruhumuzun bize yetişmesini bekleyelim...
Aceleye gerek yok...
Her şey bizim elimizde sevgi de, aşk da başarı da mutluluk da...
Her şey güzel olur, kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

Mutlu olun, mutlu kalın, ruhunuzu unutmayın…