Bu memlekette nerede olursa olsun
yöneticilik yapan insanlar,Adalet kavramının
en doğru uygulayacılarından Hz. Ömer in
hayatından ders çıkarmalıdır...
Fazla söze gerek yok.
Ne demek istediğimi öyküyü okuyunca
anlarsınız...

* * *
Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Her taraf ıssız ve sessiz, bütün şehir uykularının en derin rüyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda Hz. Ömer ile sahabilerden
İbn-i Abbas dışında kimse yok. Mekke sokaklarında
evlerden ses gelip gelmediğini kontrol ede ede
yürüyorlardı. Amacı, derdi ve sıkıntısı yüzünden
uykusuz kalan olmadığını bilmekti. Yoksa uyku ona haramdı.

Mahallelerden sonra şehrin etrafındaki çadırlarda
yaşayanları da unutmadı. Tek tek kontrol etti çadırları. Ama en uçtaki çadırda
bir ağlama sesi vardı. Kapıyı vurup selamla içeriye girdi. Evde iki çocuk ve bir kadın
durmadan ağlıyordu. Ev bir hayli de karışıktı. Kadın, bitkin ve yorgundu. Ateşin başında bir tencereyi karıştırıp duruyordu. Hz. Ömer,kendini tanıtmadan kadına sordu: Valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor? Kadın içini çekerek kısaca iki günden beri açtılar da ondan diye cevap verdi. Hz. Ömer Peki niye önlerine yemek koymuyorsun? diye soracak oldu hıçkırıklar birden kadının boğazına düğümlendi. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında içini dökmek istedi. Oğlum dedi Halife Ömer e, sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri, bir muharebede şehit düştü. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadınım, halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık.
Soylu bir ailenin varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah, bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok.

Hz. Ömer, kadını dinlerken yanmakta olan bir mum gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle valide, şehirde oturan Müslümanların emirine, Halife Ömer e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun? diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü, yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını halifeye dikerek,
Dilerim ki o Halife Ömer, daha dünyada iken bulsun ahirette de elim yakasından kopmasın. Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye Niçin Ömer e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir? dedi.
Kadın aynı kızgınlıkla evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah a sonra da onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!..
Hz. Ömer yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı halifenin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı.
Kadın hiddetini sürdürdü. Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor.
Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları dul bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?
Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladı.Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha artırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti:
Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Yaradanımız.
Hz. Ömer dayanamadı. Artık orada oturamazdı. Hemen yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim diyerek kapıya doğruldu. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Doğruca devlet hazinesine gittiler. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. İbn-i Abbas a da bir yağ kabı verdi.
Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlandı. İslam devletinin koca reisi un çuvalını sırtına taşıyordu. İbn-i Abbas,
aman ey Müminlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari müsaade ver de çuvalı ben sırtıma alayım. Hz Ömer hemen sözünü kesti.
Hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse onun cezasını paylaşmayacaktır.
Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım.
Hz. Ömer, devam etti: Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer den sorar. Şu yaşlı kadın ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası, coşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer den başkası değildir.
Ömer her derdin devası, her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana hedefidir.

Dertli kadının evine gelmişlerdi. Nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Sonra tencereye yağ koydu. Daha sonra da un ilave etti. Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eliyle kurduğu sofraya koydu.
Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi.
Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Ömer sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı.
Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği halifeye şu sözleri söyledi. Dilerim ki yüce Allah tez elden seni Hz. Ömer in halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer den çok sen yakışırsın.
Hz. Ömer tebbessüm etti. Daha sonra da İbn-i Abbas a gidelim diye işaret etti ve kadına Valideciğim... Sen yarın erkenden halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal dedi.

O gün kadın, öğleye doğru halifelik makamına geldi. Ulu halife zaten daha önce maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın, Hz. Ömer i tanımıştı ama şaşkınlıktan donakaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra
Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve Artık Ömer i affediyor ona ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi?
Akşamdan beri olup bitenlerin tümünü iyice anlayan kadın, gayet ciddi bir ifadeyle halifeye şu son cevabı verdi:
işte böyle göster adaletini eline bakan bütün Müslümanlara karşı.

* * *
Bugününüz dünden daha iyi olsun. Sağlıklı ve huzurlu günler dileğiyle...