"Beni öldürdüler."
Saniyeler sonra bedeni terk edecek bir ruhun kanlı canlı son seslenişiydi bu.
"Beni öldürdüler!"
Binlerce kilometre öteden yükselen bir isyanın, bir acının sesi. Bedeni birazdan soğumaya başlayacak, ruhunu sonsuzluğa uğurlayacak bir yaşamın boğuk hırıltısı. Üzerine atılan iftira nedeniyle iki kardeşin bıçaklı saldırısına uğrayan Santiago Nasar'ın, sonu herkesçe bilinen öyküsünü ustaca anlatmış Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi kitabında.
Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlattığı, uyku mahmuru bir kasabada küçüğünden büyüğüne herkes tarafından biliniyordu aslında bu cinayetin işleneceği. Herkes fısıltılı seslerle, perde gerisinde birbirine aynı şeyleri anlatıyor, ancak kimse bilinen acı sonu önlemek için gereken çabayı göstermiyordu. Ölü toprağı serpilmişti adeta tüm kasabanın üstüne.
Emekli bir albay olan belediye başkanının da kulağına ulaşmıştı söylentiler. Oysa o, ilgisiz bir babanın, yapmacıklık kokan sahte tavrıyla cinayete niyetli ikizlerin bıçaklarını ellerinden almış, evlerine geri göndermişti. Sadece belediye başkanının değil kasabanın rahibinin vurdumduymazlığıyla da şaşırıp kalıyorsunuz bu gerçek yaşam öyküsünde. Yıllar sonra yapılan sohbette gecikmiş bir itirafın cılız sesi duyuluyor rahibin dudaklarında.
-"O zaman bu meselenin benden çok sivil yetkilileri ilgilendirdiğini düşünmüştüm."
İlk kez 1981 yılında yayınlanan bu küçük hacimli roman bir yıl sonra Nobel Edebiyat ödülü alarak onlarca farklı dilde milyonlarca baskısı yapılan kitaptan aklımda kalan en canlı detaydı Santiago Nasar'ın son bir çırpınışla evine girmeye çalışırken kapı önünde bıçaklanması ve tüm kasabanın bildiği ancak önlemediği o korkunç sonu insanların yüzüne haykırması.
"Beni öldürdüler!"
Tıpkı öldürüleceği saatler öncesinden bilinen Santiago Nasar'ın insanların umursamazlığı, adamsendeciliği, yetersiz çabalarla görevini yaptığını zannetmenin sahte huzuru ve sorumluluğu başkalarına atmanın yalancı baharı nedeniyle genç yaşta ölüp gitmesi gibi ne yazık ki ahlaki değerlerimiz de son bir çırpınışla, ciğerlerinde kalan son nefesin hırıltılarıyla bağırıyor;
-"Beni öldürdüler!"
Yavaş meydana gelen her olay gibi bu çürümeyi de yeterince değerlendiremiyoruz. Bir anda meydana gelen yıkıcı olaylardan korkuyor ama altı oyulan, temeli çöken, çekirdeği çürüyen değerlerimizin elimizden kayıp gidişini hayret verici bir tepkisizlikle izliyoruz.
Neden ama?
Teknoloji ve refaha erişmek değerlerimizi, hayata bakışımızı kökünden değiştiriyor olmasın. Artık çabaya, emeğe, ustalığa, bilgiye ve bilene değil kısa sürede köşeyi dönene, zenginleşene ya da popüler olana saygı duyuyor olmayalım. Kısa sürede köşe dönmeyi en yüce değer gösteren, nefsi doyurmak için her türlü yolun mubah olduğunu gencecik beyinlere sabah akşam haykıran, ihtirasları için binlerce yılda oluşmuş tüm toplumsal değerleri tarumar eden, toplumun genetiğini bozan reyting tutkunu dizileri görmezden gelebilir miyiz? Zaman içinde değiştirilen, dönüştürülen diziler. Eskiden birbirine sevgiyle yaklaşan, örfünü, adetini baş tacı eden aile, mahalle dizilerini alıp; kimin eli kimin cebinde belli olmayan, her tür hırs, ihtiras, dedikodu ve türlü çeşit entrikanın döndüğü, kimseyi umursamadan kendi keyfince yaşamanın baş tacı edildiği aşk/entrika dizilerini çıkarıverdiler karşımıza.
İnternet mesela. Ekranın arkasına gizlenmenin verdiği sahte güvenle kendi mahallesinin çakma klavye delikanlılarını yaratan internet. Sabun köpüğünden özgüven kuşanan nesiller. Karşısındaki insanın yaşına, mevkiine, itibarına bakmadan pervasızca konuşan, yazan internet hormonu almış insanlar doluverdi etrafımıza. Kendini ifade etmeyi, düşünce özgürlüğünü hakaret etme sanan bireylerin zulmüne maruz kalıyor eskinin insanları. Erozyona uğratılan değerlerin acı meyveleri artık hemen her gün çıkıveriyor karşımıza. Ulusal değil yerel basına baktığımızda bile bu acı haberleri hemen her gün görebiliyoruz artık.
Teknolojik araçlar sayesinde kendini ifade etmenin türlü yollarını eline geçirenler ne anlattıklarına, nasıl anlattıklarına, doğruluğuna ya da yanlışlığına bakmadan yazmaya, konuşmaya başladı. Bilgi, bilim, ilim, alim yadsınır oldu. Büyük, kara bir 'hadsizlik' bulutu çöküverdi üzerimize. Kavimler Göçü Ortaçağ'ı, Fransız İhtilali Yakınçağ'ı başlatmıştı. Televizyonun, internetin ve sosyal medyanın yarattığı değişimle gereksiz ve sahte özgüvene sahip hadsiz, hudutsuz ahlak edinememiş insanlar sayesinde sanırım tarih bu dönemi 'Büyük Hadsizlik Çağı' olarak adlandıracaktır.
Şuan gördüklerimiz Marquez'in kitabındaki Santiago Nasar gibi, etrafa dağılan bağırsaklarına bulaşan toprağı temizlemeye çalışan bir kaybın son çırpınışları. Binlerce yılda oluşan, bizi biz yapan ahlaki ve toplumsal değerlerimiz, duymak isteyenler için haykırıyor hala:
"Beni öldürdüler!"
e-mail: [email protected]