Milletler dilleriyle var olur ve yaşarlar. Dil olmazsa millet de olmaz. Dilin bizi bir arada tutmak ve millî kimliğimizin oluşmasını sağlamak gibi çok önemli görevleri vardır. Olgun ve kişilik sahibi bir insanın ferdî ve millî şahsiyeti de ancak dili ile gelişir, geleceğe dair tahayyül ve tasavvurları da yine ancak dili vasıtası ile hayat bulabilir. Dolayısıyla dil, hayatımızı anlamlı kılan en önemli varlığımız, millî kültürümüzün en önemli, en canlı öğesi, Alberto Manguel'in dediği gibi, 'bizim ortak payandamızdır.'
Her ülkede dili işleyen ve zenginleştirenler, öncelikle sanat, edebiyat, kültür, ilim ve fikir adamlarıdır. Dilin her türlü duygu ve düşünceyi ifade edebilecek bir olgunluğa ve zenginliğe ulaşması, ancak onların çok titiz ve dikkatli gayretleri ile mümkün olabilir. Cemil Meriç, 'Dili şairler yoğurmuş, düşünceyi şairler uysallaştırmıştır.' der. Doğru sözdür. Fakat bu görevi onlar, masa başına oturup gönüllerince yeni kelimeler icat ederek, Türkçeleşmiş, dile yerleşmiş, tarihî süreç içinde pek çok değerli esere vücut vermiş yabancı kökenli kelimeleri dilden atarak değil, mevcut dili işleyerek, kelimelere yeni anlamlar yükleyerek, onları yerli yerinde ustaca kullanarak ya da dilin yapısına ve dilbilimin kurallarına uygun yeni kelimeler üreterek yaparlar. Bu tür yeni kelimelere kimsenin bir itirazı olamaz. Zaten itiraz eden de yoktur. Çünkü Türkçe buna çok elverişli bir dildir. Eğer amaç dile yeni kelimeler kazandırmaksa izlenecek yol budur. O itibarla, dilin yapısına ve kurallarına uygun olmayan kelime uyduranlarla o kelimeleri kullananlar, gerçekte dile hizmet etmiyor, tam tersine dili kısırlaştırıyor, onun ifade gücünün zayıflamasına yol açıyorlar. Yine Cemil Meriç'in dediği gibi, 'Uydurma dil, tarihten kaçanların dilidir.' Zaten bizden başka dünyada sanat, edebiyat ve fikir adamlarının masa başına oturup yeni bir dil meydana getirdikleri de görülmemiştir. Bu bize has bir aymazlıktır.
Bir dilin başka dillerden kelime alması da son derece tabiidir. Bu tarih boyunca hep böyle ola gelmiştir. Zira bir dili konuşanlar, dağların tepelerinde ya da engin ve karanlık ormanların derinliklerinde birbirinden habersiz, medenî alemden uzak ve kopuk bir şekilde yaşayan ilkel kabileler dışında, dünyada tek başlarına yaşamıyorlar ve yaşayamazlar. Onlar farklı dilleri konuşan daha birçok toplulukla birlikte yaşıyorlar ve bunlar arasında siyasî, ekonomik, kültürel, askerî vb. bakımlardan çok çeşitli temaslar söz konusudur. O itibarla diller arasında kelime geçişlerinin olması yadırganacak bir durum değildir. Burada önemli olan, başka dillerden alınan kelime, deyim ve kavramları, ana dile mal etmek, ona kazandırmaktır. Bir dili zenginleştiren, onu bir kültür, medeniyet ve edebiyat dili olarak güçlü hale getiren de onun bu özelliğidir. İngilizce, Fransızca, Almanca başta olmak üzere Batı dillerinden çoğu, Latince ve Yunanca asıllı kelimelerle doludur. Ama onlar bundan hiç şikayet etmezler. Tam tersine, bunun dillerini zenginleştirdiğini söyler ve bununla övünürler. Türkçe de başka dillerden aldığı pek çok kelimeyi kendi yapısına ve kurallarına göre Türkçeleştirmiş ve kendine mal etmiş güçlü bir dildir. 'Türklük, İstanbul lehçesi denen güzelliği dört yüz senede yaratmıştır.' diyen Yahya Kemal, atalarımızın yabancılardan bir kelimeyi aldıkları zaman o kelimeye yeni bir şekil verdiklerini, onu Türk kılığına soktuklarını söyler, örnek olarak da Rumca 'Ayanikola'nın İnegöl, 'Azeriyanapolis'in Edirne yapılışını gösterir. Bayrak Şairimiz A. Nihat Asya da, Ağıt adlı şiirinde, 'Sangaryos' u Sakarya,'İyonkom'u Konya yapan dilimizin aynı özelliğine vurgu yapar. Bu tür örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Söz gelimi, günlük hayatımızda çok kullandığımız 'düşman, merdiven, ateş, pencere, beraber, bülbül, kavga, şehir' gibi kelimeleri Farsça, 'şiir, şehit, cüzdan, aile, şehriye, terbiye, minare' gibi kelimeleri Arapça, 'masa, banka, avlu' gibi kelimeleri İtalyanca, 'kiraz, liman, anahtar' gibi kelimeleri Yunanca kökenli diye dilden atmak bize ne kazandırır? Sadece dili fakirleştirir ve onun ifade gücünü zayıflatır. Bu ve benzeri kelimeler dilimize ve kültürümüze mal olmuş kelimelerdir, onlar artık bizimdirler. Zaten bu kelimeler kendi dillerinde de bizim gibi telaffuz edilmezler. Kısacası dünyada ilkel kabile dilleri hariç 'öz' bir dil yoktur. Bugün biz her alanda dilde yozlaşmanın acı meyvelerini toplamakla meşgulüz. Şehirlerimizin cadde ve sokakları, Türkçenin suyu çıkmış gibi yabancı kelime ve marka isimleriyle dolup taşıyor. Liseyi bitirmiş çocuklarımız, bırakın Cumhuriyet öncesini, sonrasında yazılmış eserleri okuyup anlamakta bile zorlanıyor, doğrusu kusursuz bir Türkçe cümle kurmayı da pek beceremiyorlar. Gerçi onlar artık Türkçe konuşmaktan da hoşlanmıyorlar; entel takılıyor ve 'internet diliyle' konuşmayı tercih ediyorlar. Ne yazık ki, bize de 'yaşasın modernlik ve çağdaşlık!' demek kalıyor.