Günler günleri aylar ayları kovaladı.
Acısı ve tatlısıyla bir yıl daha bitiyor.
Toplum olarak pek de mutlu olduğumuz söylenemez.
Özellikle yakın geçmişte yaşananlar, hepimizi derinden yaraladı…
Ülkemiz adeta ateş çemberinden geçiyor.
Güvenlik güçlerimiz içeride terör örgütleriyle yoğun bir mücadele içinde.
Kahraman askerlerimiz Suriye'de destan yazıyor.
Kayıplar vermiyor muyuz? Elbette veriyoruz.
Sonuçta birkaç cephede savaşıyoruz…
Türkiye'nin perde arkasındaki düşmanları çıldırıyor.
Gezi dediler olmadı.
Darbe yapmaya kalkıştılar olmadı.
Maşalarını kullanıyorlar, işe yaramıyor.
Amerikalısı, Almanı, İngilizi ve diğerleri adeta çıldırıyor.
Bu ne biçim bir ülke, ne biçim halk ki, tüm projelerimiz devre dışı kalıyor diyorlardır herhalde.
Onlar Türkiye'yi; Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerle karıştırıyor.
Bilmiyorlar ki, bu ülkelerin her biri en az 4 asır Türklerin hakimiyeti altındaydı.
Onların unuttuğu birkaç husus var;
Bugünkü Türk halkının dedeleri yokluk ve yoksulluk içindeyken bile bir asır önce bugünkü emperyalistlerin dedelerini Çanakkale ve Eğe'nin serin sularında boğdu. Antep savunması ve Şahin Beyin kahramanlığını, Hasan Tahsin'in attığı ilk kurşunu, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruzu hatırlatmakta fayda var…
Türkiye, son 10 yılda savunma sanayinde büyük başarılara imza attı.
Artık kendi füzelerini üreten, yerli insansız hava araçlarına sahip, Fırtına Obüsleriyle dosta güven veren düşmanlarına da korku salan bir savunma sanayine sahip. Rusya ile olan yakınlaşmalar çok yerinde yapılan dış politika hareketleri…
Sıkıntılı günlerimiz elbette geçecek.
Her gecenin sonu aydınlık değil mi?
Her kışın sonunda bahar gelmiyor mu?
Karamsarlığa hiç gerek yok bence,
Nazım Hikmet'in deyişiyle;
'En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır./
En güzel çocuk henüz büyümedi./
En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız./