Otuz – kırk yıl öncesine kadar ne kadar değerliydi.
En güzel, en samimi haberleşme aracıydı mektup.
Yazan kişinin kaleminin titrekliğini, dokunuşunu kokusunu alırdın.
Kalem tutmasını bilenden, ordinaryüsüne kadar kim yazarsa yazsın.
Sayın, Kıymetli, Saygıdeğer, Canım Annem gibi hitap sözleriyle başlardı.
Yazması da okuması da ayrı bir heyecan katardı yüreğimize.
Kişiliğimiz, karakterimiz, kültürümüz aktarılırdı satırlarla birlikte.
Hem de en uzaklara…
Geçenlerde bir mektup geldi yurduma…
Çok uzaklardan, okyanusları aşıp gelmiş hem de.
USA'dan…
Bu mektupta ne yazıyor biliyor musunuz?
Aynen şöyle.
'Mektup yazarım mektup, üzerini pullama…
Ben yazarken eşindim, böğürdüm doruklara'
Bu mektupla bir tartışma başladı ki sormayın.
Aşağılandık, örselendik, beş paralık olduk vs.
İnanın zerre kadar önemi yok.
Niye mi?
Adamlar Harvard'dan aldıkları onur belgelerini göndermişler.
O hiç iade olur mu?
USA Ankara büyükelçisini çağırmalı.
'Bu mektuba sizin üslubunuz, terbiyeniz, kültürünüz ölçüsünde karşılık vermemizi bekliyorsanız bunu yapmamız mümkün değil. Gelenek, görenek, değerlerimiz, devlet anlayışımızda, uluslararası ilişkilerimizde, alfabemizde size karşılık verecek ne harfimiz ne de kelimemiz var' denmeli.
Bu mektup ve içeriği sizin başkanınızın, senatonuzun ve halkınızın şerefi, namusu, onurudur.
Etnografya müzemizde bu mektubu ilelebet saklayacağız.
Sizi henüz tanımayanlara, bu mektupla tanıtacağız denmeli…
İncinmedik demiştim…
Atatürk Dolmabahçe sarayında İngiliz bir diplomatı konuk eder. Hizmetli kahve getirirken ayağı sendeler ve kahveler dökülür. İngiliz diplomat alaycı hafif bir tebessümde bulunur. Utandırdığını zannettiği Atatürk ise şöyle der.
'Ben bu millete her şeyi öğrettim de
Bir tek uşaklığı öğretemedim.'