Edebiyat sanatının sultanı şiirdir. Neredeyse ilk insanla birlikte var olan bu sultan, tarih boyunca tahtını her devirde korumuş, edebiyatın öteki tür ve çeşitleri, onu o tahttan hiçbir zaman indirememiştir. O hepsinin üstündedir. Bunun içindir ki, hemen her devirde en ateşli tartışmalar daha çok şiir üzerine olmuştur. Kimileri tanımında ya da dilinde anlaşamamış, kimileri ona birtakım toplumsal görevler yüklemiş, kimileri de onu bir ahlak öğretisi olarak algılamıştır. Aslında bütün bunları normal karşılamak gerekir. Çünkü şiir, her görüş sahibini haklı gösterecek, her farklı düşünceye yeni ufuklar açacak kadar derin, ince ve örtülü anlamlarla yüklü, son derece yoğun, karmaşık ve kristalize bir sanat ürünüdür. İnsanı maddî ve manevî dünyası içinde bir bütün olarak kavrayan, duygu ve düşüncenin en yoğun, en saydam anlatım biçimi olan şiirin, İlkçağda yaşamış ünlü Yunanlı filozof Aristo'dan günümüze gelinceye kadar, hemen her dönemde pek çok tanımı yapılmıştır. Birbiriyle çelişen ve benzeşen tarafları da olmakla beraber, bunların bir kısmı, şiir kavramına yaklaşabilmek bakımından gerçekten bir güzelliğe ve doyuruculuğa sahip tanımlardır. Ama yine de, hiç birinin 'şiir nedir?' sorusunu açık-seçik ve kesin olarak cevapladığını söylemek mümkün değildir. Bu bize, şiirin daha başka ve daha değişik tanımlarının yapılabileceğini gösterdiği gibi, onun tanımlanamaz olduğunu da göstermektedir. Sanat ve edebiyata ilişkin meselelerin en karmaşık ve kişilere, akımlara, devirlere ve kültürlere göre en değişken görüneni, şüphesiz şiirle ilgili görüş ve düşüncelerdir. Edebiyat bahçesinin bu en seçkin çiçeğinin, hangi iklimde daha güzel gelişip serpileceği, onun renginin, kokusunun ne olduğu ve gerçekte ne olması lazım geldiği, onu hangi usta bahçıvanların daha iyi yetiştirebileceği gibi hususlarda, bugün de tam bir görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Her nesil, kendi bilgi ve tecrübesine çağının eğilimlerini de katmak suretiyle şiir meselesine yeni bir yorum ve değerlendirme getirmekte, onu daha farklı bir şekilde tanımlamaya çalışmaktadır.
Aslında, fizik-kimya gibi deneye dayalı ilimler için şart ve gerekli olan tanımlama endişesini, şiir başta olmak üzere sanat ve edebiyat gibi alanlarda aslî bir mesele haline getirmenin gereği de, faydası da yoktur. Şiir akla ve mantığa seslenen bir anlatım tarzı değildir. Şiir, aklın ve mantığın denetim sınırlarını aşan duyguların ve hayallerin ifade vasıtasıdır ve Ahmet Haşim'in Piyale önsözünde söylediği gibi, kavrayışımızın bölgeleri dışında, sırların ve meçhullerin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları zaman zaman duygularımızın ufkuna akseden kutsî ve isimsiz bir kaynaktan doğmaktadır. O itibarla, şiiri tanımın kesin ve değişmez birtakım kuralları içine hapsetmek mümkün değildir, bunun gereği de yoktur. Bu da şiirin her şeyden önce bir duygu işi olması ile ilgilidir ve zaten onu 'şiir' yapan da bu özelliğidir. Sanırım şiirin en güzel tanımını, Yahya Kemal yapmıştır. Onun, 'Şiir sizce nasıl olmalı?' sorusuna verdiği , 'Şiir, şiir olsun kafi derim.' cevabı, tam bir gerçeğin ifadesidir. Hangi tarzda yazılmış olursa olsun, şiirin güzel ve eksiksiz bir tanımının yapılması, iyi şiirle kötü şiiri ayırmada bir ölçü olamayacağı gibi, şiirin eskisi yenisi, iyisi ya da kötüsü de olmaz; şiir sadece güzel ve başarılı olur, kısaca şiir, şiir olur. İtalyan estetikçi Benedetto Croce'ye göre, 'şiir duygunun dilidir.' Pascal da, 'Kalbin öyle sebepleri var ki, akıl onları kavrayamaz.' der. Şiir de akla değil, gönle, kalbe hitap eden, duygu dünyamızdan sesler getiren bir sanattır. Duygu, etrafımızı çepçevre saran nesneler ve insanlarla olan ilişkilerimizin kalbimizde meydana getirdiği sevinçler, hazlar, lezzetler, öfkeler, hırslar, ihtiraslar, elemler vb.dir. Pek çok unsurun oluşturduğu mükemmel bir yapı olan şiirin temeli ve aslî unsuru işte bu tür duygulardır. Ancak, 'Şiir, duyuşun deyiş olmasıdır.' diyen Yahya Kemal'e göre, duyguyu dile dönüştürüp şiir haline getirmek de öyle her insanın yapabileceği bir iş değildir. Şiir, şair olarak yaratılmışların işidir. Istırapları, sevinçleri, emelleri ve hasretleri olmayanlar, şiir söyleyemezler. Çünkü şiir, sadece duymak sanatı değildir, aynı zamanda duyduğunu ifade edebilme sanatıdır. Duymasını bilmeyenler, duyurmasını da bilemezler.
Öte yandan, bir şiiri değerli ve güzel yapan, sadece usta bir şairin elinden çıkmış olması da değildir. Şairin şiirini yaşamış olması da gerekir. Şiir yazılan değil yaşanan şeydir, gıdası da yaşanılan hayattır. Mûsikî gibi şiir de bir ses armonisidir, bir nağmedir. Dil, duygu, hayal, fikir ve şekil onun unsurlarıdır. Şiir bu unsurların her birine ayrı ayrı muhtaçtır ve bunların dil ile yapılan harika bir terkibi, manalı bir sentezidir. İşinin ehli bir şairin işi, bir bakıma bir kuyumcunun işine benzer; sabır ister, dikkat ve titizlik ister, incelik ister, bilgi ve kültür ister. Gerçek ve güzel şiirler ancak böyle ortaya çıkabilir. Tanpınar'ın dediği gibi, 'Şiir sabrın meyvesidir.'