Geçen Çarşamba toplulukça yaptığımız film gösteriminde Yeşim Ustaoğlu'nun Pandora'nın Kutusu'nu izledik. Karadeniz'in güzelim yeşillikteki, yeşilin her tonunu barındıran bir dağ köyünden, Alzheimer hastalığıyla boğuşan yaşlı annelerini sözde kurtarmak için yola çıkan üç kardeşi anlatıyordu. Şehir, bırakın o kadına iyileşme ümidi sunmayı, onu kurtarmakta olduklarını zannedenlerin tümünü çoktan hasta etmişti oysa.

1919'da Osmanlı toprağı olan Kudüs'te doğmuş, sonradan Fransa'ya göçmüş bir sanatçı olan Tsilla Chelton, Karadenizli anneanne rolünü büyük ustalıkla canlandırmış, hem de 92 yaşındayken! Rolü için tüm Türkçe repliklerini ezberlemiş ve aksanını asla hissetmiyorsunuz.

Ama filmin asıl meselesi kent yaşamının insanın aklını yitirmesine yol açan boğuculuğu. Kadını kente getiren kardeşlerin hiçbiri daha kendi hayatlarını hale yola koyabilmiş değil. Apartman dairelerinde, koca koca evlerde yaşıyorlar, ama hala kendi kabuklarına sıkışmış haldeler, kabul etmeseler de.

Şimdi bugün, daha önce pek çok yazımda da belirttiğim gibi, bir hastalık, bir nevi delilik gibi bir kentli olma sevdası almış başını gidiyor. Fakat bu kentli olmayı biz, eskiden tümüne 'aile' dediğimiz sülaleyi daha küçük, minnacık parçalara bölme pahasına, etrafı eciş bücüş betonarme yapılar dikmek olarak anlıyoruz. Modernite de bu bizim için. Küçük olsun, bizim olsun anlayışı gibi, kopuyoruz o devasa ailemizden ve betonun, asbestin içine sığınıyoruz iki, üç kişilik aileler halinde. Yetmiyor, her birimize arabalar alıyoruz yığınla borcun altına girip ki modern hayata uyum sağlama bunun adı, toplu taşımayı terk edip, kendi keşmekeşimizi yaratıyoruz.

Benim dikine köy dediğim o çok katlı siteleri gösteren çok anlamlı bir sahne var filmde. Yaşlı kadın bir sabah kızının dairesinden çıkar ve siteyi de terk eder. Ama sonra girişi bulamaz ve siteyi kale duvarı gibi çevreleyen istinatlarda kapı aramaya başlar! Kendimizi soktuğumuz hale bakın. Eskiden altmış metrekare, ama mutlu evlerimize on, on beş kişi, kapılarımızı kilitlemeye ihtiyaç bile duymaksızın sıkışırken, adına modernite dediğimiz şey uğruna, kendimize bir korku ülkesi kurup, güvenlikli, kale duvarlı sitelerimize sığınıyoruz. Aman oradan dışarı adım atmayalım diye de içine avm, kuaför, spor salonu, havuz falan koyuyoruz. On bin kişilik dikine köyde bir başına kalma pahasına…

*

Samsun Sinema Topluluğu olarak 56lar'daki Siyah Beyaz Cafe'de her Çarşamba yaptığımız film gösterimlerinin bu haftaki programı, Şahin Kaygun imzalı, 1987 tarihli Afife Jale. 27 Mart Çarşamba akşamı, 19.30'da. Sunumu Zeynep Akkaya arkadaşımız yapacak.

Sevgiyle, sanatla kalın…