n
nn Üniversite ile ilgili olarak ilk makalemde üzerinde durduğum üzere, Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan üniversiteler, ülkemizin ihtiyacı olan meslek gruplarını yetiştirmeyi hedeflemiş, profesyonel olarak işlevlerini yerine getiren teknik elemanlar ve idareciler yetiştirmişlerdir. 1960’lardaki söyleme uygun olarak “fildişi kulelerinde bilim yapan kuruluşlar” halinde idiler. Bu yıllarda ise elin parmakları sayısından az üniversite bulunuyordu. Ankara Üniversitesi, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü (Bir Ün., statüsünde olan bu kuruluş 1946 yılındaki kanunla, bazı fakülteleri İst., Üniversitesi’ne, bazı fakülteleri ise Ankara Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Kanaatime göre bu kuruluş bir tarım üniversitesine dönüştürülerek muhafaza edilmeli idi.); , İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, bunlara ilave olarak kuruluş aşamasındaki Ege Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Atatürk Üniversitesi bu üniversiteler meyanında yer alıyorlardı ve yaygın bir üniversite ağı bulunmuyordu.
nn Cumhuriyet döneminde kurulan üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyacı, Almanya’dan karşılanmıştır. O yıllarda, Almanya’daki Nazi idaresinden rahatsız olan 200 kadar Alman Yahudi profesörü Türkiye’ye gelmiş ve ülkemizdeki üniversite yapılanması onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan başka, Cumhuriyetin ilk yıllarında doktora yapmak üzere çok sayıda öğrenci, başta Almanya olmak üzere, Avrupa’ya gönderilmiştir. Bunların doktoralarını tamamlayarak ülkemize döndükleri tarih ile, Almanya’dan Nazi idaresinden kaçan profesörlerin ülkemize gelişi aynı ana rastlamaktadır. Bunun yanında, TBMM’de çıkarılan bir kanun ile 200 kadar, kendi konularındaki tanınmış kişilere de profesör unvanı verilmiştir. 1933 yılında çıkarılan 2252 sayılı yasa ile kurulan üniversitelerin, öğretim üyesi ihtiyacı bu şekilde karşılanmıştır. Ankara ve İstanbul’da kurulan üniversitelerin tarihi incelendiği zaman, bu Alman Yahudi prof. isimleri ortaya çıkacaktır ve onlar ülkemizde Batı tarzındaki üniversitenin temelini atmışlar ve 1945 yılına kadar ülkemizde kalmışlardır. 1945 yılında, ülkemizin itilaf devletleri safında, Almanya’ya savaş ilân etmesi ile ülkemizi terk etmişlerdir.
nn Bu bakımdan bu yıllardaki üniversite eğitiminin Alman ekolü tarzında olduğunu görürüz. 1962 yılında, yüksek mühendis olarak mezun oldum ve ben bu ekolün içinde yetiştim. Daha sonra, Atatürk Üniversitesi’nde çalışmaya başlayınca, Amerikan ekolü(Atatürk Üniversitesi’ni, ABD, Nebraska Üniversitesi’nden gelen öğretim üyeleri kurmuştu.) ile tanıştım. 1960’lı yıllara kadar, bu yazımın başında, üzerinde durduğum gibi, üniversiteler, araştırma ve öğrenci yetiştirmeye yönelik çalışıyorlardı. 1957-58’li yıllardan sonra, ülkemizde yeni yeni üniversitelerin kurulması için çalışmalar yapılmış ve kanunlar çıkarılmıştır. Ülkemizde çok az sayıda üniversite olması, elbette bir eksiklik idi. 1980 darbesinden sonra ve YÖK’ün kurulması ile ülkemizdeki üniversite sayısının arttığı ve mantar gibi değişik isimler altında açılan, özel yüksekokulların devlete, daha doğrusu YÖK’e bağlandığını görüyoruz. Bu dönemde, 2547 sayılı yasa ile ‘Yüksek Öğretim’de çok radikal değişiklikler ortaya konulmuştur. Giderek artan üniversite sayısına bağlı olarak, artan mezun öğrenci sayısı dolayısı ile üniversite mezunu öğrencilerde işsizlik sorunu ortaya çıkmıştır. Bir toplantıda, YÖK başkanına bunu ileterek “Bu işsiz öğrenciler için ne düşündüğünü” sormuştum. Bana “Osman Hocam, siz bakan mısınız? İş ve işsizlik bakanlar kurulunun görevidir. Siz öğrencilerinizi yetiştiriniz” diyerek, bir de papara yemiştim. Bütün bunlara rağmen, özellikle de Avrupa Birliği’nin standartları içinde üniversiteleşme oranını artırmak için, furya şeklinde üniversite açılmasına devam edildi. Şu anda ülkemizde, devlet ve vakıf üniversitesi olmak üzere 180 civarında üniversite bulunmaktadır. Üniversitedeki uzun yıllar süren öğretim üyeliğim ve üniversitenin çeşitli kademelerinde çalışmış olmam sebebi ile çok sayıda açılan üniversitelerle ilgili olarak bazı görüşlerimi burada açıklamak isterim. Yeni üniversitelerin açılmasında gerekli olan üç şeyden, para ve fiziki olanakları kısa zaman içinde sağlamak mümkündür. Yalnız, öğretim üyesi ihtiyacı için aynı şeyi söylemem mümkün değildir. Zira, üniversiteden mezun olan bir gencimizi, üniversitede bir kürsüye çıkararak ders verebilecek duruma getirmek için asgari 8-10 yıla ihtiyaç vardır. Yeni açılan üniversitelerde, para ve fiziki olanaklar ve bunlara ilâve olarak öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak üzere çalışmalar yapılmadan kanunları çıkarıldığı için, özellikle taşrada görev yapan üniversite ve fakülteler öğretim üyesi eksikliği ile karşı karşıya bulunmuş ve bu eksiklik daha da devam etmektedir. Özellikle, yeni, yeni açılan vakıf üniversiteleri ise, devlet üniversitelerinden öğretim üyelerini kendi saflarına transfer etmişlerdir. Bu da devlet üniversitelerinde açığın büyümesine neden olmuştur. Saygılarımla.
nn
nn
nn
nn
n