Doksanlı yıllar.
Lösemiyle savaştığımız günlerdi.
Yoğun tedaviler yormuştu bizi.
Ruhen ve bedenen yıprandığımız gün bitimi, tutunacak dal aradığımız akşamın geç saatleri kapımız çalındı. Bizi karamsar ortamdan bizi çekip çıkaracak zil sesiydi o.
'Çok şükür kapımız çalındı' diyerek rahatlamıştık.
Zor günlerde insan yanında birilerini arıyor. O gün hastaneye gitmeden önce başlayan tedirginliğimize, günün geç vaktine kadar eklenen koşturmaca bizi hallaç pamuğu gibi dağıtmış, korkularımızın büyüğü devam edegelen tedavilerin şiddetiyle yorgunluğumuz sürüyordu.
Biri bitmeden diğerinin başladığı tedavilerden başımızı kaldıramıyorduk.
Lösemiyle mücadelenin sert ve acımasız tavrının yakamıza yapıştığı günler akıllardan çıkmıyor ki…
'İki ucu keskin bıçak' benzetmesi, tedavi uygulamaları için söylenecek en uygun ifade olsa gerek.
İlaçlar kötü huylu hücreleri yok ederken, hastayı son derece sarsıyor. Tıp, alanındaki bu çıkmazı aşmaya yoğunlaşırken, iyi huylu hücrelere zarar vermeden savaşılacak formülü bir an önce yakalasa diyorum. Sürpriz olmayan ve unutmaya çalıştığımız olumsuzluklar birkaç gün sonra kaybolsa da, dinlenmeye fırsat bulamadan kendimizi yeniden hastanede buluyorduk.
Öyle veya böyle geçiyordu haftalar, aylar ve yıllar…
Bir tarafta olmazsa olmaz tedaviler, diğer tarafta tedavilerin yaşattığı gerçekler…
İşte o günlerin bitiminde kendi başımıza kaldığımız gecenin ilerleyen saati çalan zile, 'Bu da nerden çıktı!' diyemezdik. Kapıdan giren herkes oksijen deposu gibiydi bize.
Bırakın kısa süreli ziyaretleri, evimizde yatılı kalacak kişilerin beklentisini daha çok yaşamıştık.
Kapıyı açtığımda komşunun küçük afacanı kolumun altından hızla içeriye daldı. Onun için kapıyı açan değil, kapının açılması önemliydi. Üç yaşındaki çocuğun evimize giriş çıkışında sınır yoktu.
Emrah'ın da moral kaynaklarından olan Gürbüz ne zaman canı isterse gelebilirdi. Aramızdaki samimiyet o kadar içtendi ki, onun evimizde hareket etme özgürlüğünde ölçü yoktu.
Gürbüz, Emrah ve kendisiyle ilgilenen annesinin yanında çoktan yerini almıştı. Neşeli ve mutlu haliyle ortamın havasını idrak edebilecek durumda değildi ama o an moralleri zirveye taşıyan tek kişiydi.
Emrah abisiyle göz göze geldiğinde farklılık kısa zamanda kendisini göstermiş, evdeki asık yüzler tebessümle buluşmuş, birkaç dakikada sıkıntılı ortamdan eser kalmamıştı.
Üç yaşındaki çocuğun bilinçsizde olsa lösemiyle mücadeleye katkısı paha biçilemezdi.
Doksanlı yıllarda benzer olayları sık sık yaşadığımız ve o gün 'Kapıyı çalan çocuk' bugün doktor adayı. Bundan sonra inşallah konunun uzmanı, akademisyen ve bilim adamı olarak insan sağlığına hizmette yoluna devam edecektir. Bu da küçük yavrumuza Allah'ın bir lütfu olsa gerek.
Lösemiyle mücadeleye katkıda sorumluluk hepimizde.
İşte üç yaşındaki çocuğun mücadeleye katkısı.
'Lösemiyle mücadelede ben ne yapabilirim…?'
Diyenlere hatırlatmak istedim.