Türklerle ilgili yazılan eserlerin çoğunun başlangıcında onların siyasi ve askeri bakımdan büyük işler yapabildiği ancak uygarlık tarihinde iyi bir iz bırakamadığı yazılıdır. Hatta var olan uygarlıkları yok ettikleri, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu birikimi bir anda ortadan kaldırdıkları yazar. O yüzden ABD'de hazırlanan ve dünyada Orta Asya Türk tarihiyle ilgili en önemli eserlerden birisi kabul edilen kitabın önsözünde Türklerin tarihinin aslında barbarlığın tarihi olduğu önermesi Batı'da oldukça yaygındır. Pek çok tarihçi de bu önermeyi sorgulamadan tekrarlamış ve bahsi geçen iddiaları daha yatmıştır.
İlk büyük medeniyetler Nil, Fırat-Dicle, İndus, Ganj, Kızılırmak gibi önemli su kaynakları çevresinde ortaya çıkmıştır. İnsanlığın ortaya çıkardığı bu ilk medeniyetler sona erdikten sonra ikinci ve izi günümüze kadar devam eden uygarlıklar ortaya çıkmıştır. Bu ikinci grupla birlikte Türklerin medeniyet tarihindeki yerini ölçmeye yarayan bazı veriler de elde edilmeye başlandı.
1929 yılında Rudenko ve Grnazyov isimli iki Rus arkeolog, Altaylarda, denizden 1.600 m. yükseklikteki ulagan vadisinde bir kurgan bulmuşlardı. Rudenko 1949'da burada günümüzden yaklaşık 2500 yıl öncesine ait dünyanın en eski halısını bulduklarını duyurdu. Üzerindeki motiflerden ve düğüm atma tarzından bu halının Türklere ait olduğunu da ilan eden Rudenko böylece Türklerin medeniyete katkıda bulunmadığı tezine büyük darbe vurdu. Pazırık halısı adıyla ünlenen bu halıdan daha eskisi günümüze kadar bulunamamıştır. 1970 yılında ele geçirilen diğer bir buluntu ise Türklerin medeniyet tarihindeki konumunu belirlemeye önemli bir katkı sağladı. Kazakistan'ın Almatı şehri yakınlarındaki Esik kasabasında 1969'da ortaya çıkarılan kurganda yine günümüzden 2.500 yıl öncesine ait mumyalanmış bir ceset bulundu. Cesedin çevresinde yüzlerce kıymetli eşya vardı ancak onu eşsiz kılan üzerindeki altın elbiseydi. Dünyada o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş bu elbiseyi yapanların Türk olduğu mumyanın ayak ucundaki Türkçe yazıdan anlaşıldı. Böylece Türklerin uygarlık tarihine katkıda bulunmadığı önermeleri kıymetini yitirdi. Çünkü bu iddia sahipleri 2.500 yıl önce Türklerle kıyaslanamayacak ölçüde çok ilkel bir hayat sürmekteydi.
Türklerin siyasi ve ekonomik bakımdan zirveye çıktıkları dönemlerde bilimsel ve kültürel bakımdan da zirvede oldukları görülmektedir. Melikşah'ın cihan hükümdarı ilan edildiği zamanlarda Nizamiye medreseleri de dünyanın en itibarlı kurumlarıydı. Timur'un şahlanışının ardında bilime ve sanata verdiği önem yatar. Semerkant'ta aynı meydana kapıları açılan Uluğ Bey, Şirdar ve Tilla Kari isimli üç medrese, varlığı ile dünyada tek örnektir. Fatih surları delebilecek teknolojiyi elde ettikten sonra İstanbul'u ele geçirebilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. İbn Sina, Biruni, Farabi, Harezmi, Uluğ Bey, Ali Kuşçu dünya ilmine büyük katkılar sağlayan bilim adamlarımız olarak ilk anda akla gelenler. Dünya hala Piri Reis'in dünya haritasını nasıl bu kadar mükemmel çizmiş olabileceğini tartışıyor. Tac Mahal'den Orhun Bengütaşlarına, Topkapı Sarayı'ndan Mostar Köprüsü'ne dünyanın her yanında Türklerin inşa ettiği abidevi eserler eşsizdir. Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin Rumi gibi değerler insanlığa yol gösteren ölümsüz kişiler arasına girmiştir. Gücünün zirvesinde iken divan sahibi şairler arasına giren Fatih Sultan Mehmed (Avnî), Kanuni (Muhibbi), Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail (Hatayî) gibi entelektüel hükümdarlar çıkarabilmesi Türk kültürünün bir zamanlar ulaştığı seviyeyi gösterir.