“Balkan Türklüğünü Avrupa’daki vatanından koparıp Asya’daki vatanına savuran rüzgar, 1921’de Mora’da esmeye başladı” demiştim önceki bölümlerde yer alan bir cümlemde. Evet; o hain rüzgar, o zalim rüzgar 1921’de esmeye başladı.
Araştırmacı yazar Büyükelçi Alpay Cengizer, Mora İsyanını “Adil Hafızanın Işığında” adlı eserinde şu cümlelerle özetler: “Katil çeteleri Mora’nın her tarafını istila etmiş, Türklerin evlerini yakıyor, yıkıyor, yağmalıyorlardı. Çoğu kez çetecilerin başında bu kutsal görevlerini daha iyi yerine getirmeleri için onları teşvik eden papazlar bulunmaktaydı. İsyanın patlamasından bir iki hafta sonra Yunanistan’daki Türklerden geriye pek bir iz kalmadı. 1821 baharında birdenbire, dünyadan kimse farkına varmadan, artlarından kimse ağlamadan bir daha dönmemecesine tamamen yok olup gittiler.”
“Birkaç hafta süren bir katliam sonucunda, yirmi binden fazla Türk, çoluk çocuk demeden Yunanlı komşuları(!) tarafından öldürülmüşlerdi. Hiçbir mide bulantısı dahi duyulmadan, günah işlendiği hissine de kapılınmadan, kasten öldürülmüşlerdi ve ne o zaman ne de o zamandan sonra bundan hiç pişmanlık duyulmadı.” Onlar pişmanlık duymadı bizler de hatırlamadık. Hatta unutturmak için özel çabalar harcadık, hala da harcıyoruz.
Vahşet o boyuttadır ki, “ele geçirilen bir Türk muhribinin toplam 57 kişilik mürettebatı zafer çığlıkları içinde Hydra’ya getirilmiş ve şişlere geçirilerek teker teker plajda kızartılmıştı.” Vahşet, Balkan kavimlerine hiç de yabancı değildir. Kazıklı Voyvoda da Balkanlıydı.
Biz tarihimizdeki en büyük kaybı Çanakkale’de, Allahüekber’de, Kanal Harekatı’nda değil Balkan harplerinde verdik; kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı, asker sivil 542 bin kurban. Bir buçuk milyonu aşkın insanımız da evinden barkından kısacası vatanından olmuştur. Hastalıklı, yorgun, yoksul, aç susuz bir buçuk milyon insan, canını İstanbul’a zor atmıştır. Bu yönüyle de tam anlamıyla bir faciadır.
Yaban işgalinden ve ölümden kaçışın yol hikayeleri vardır her birinden on ayrı film çıkacak, bizim için acı karşımızdakiler için utançlarla dolu. Ne yazık ki onları yazanlar da yabancılardır; söz gelimi Fransız Hükümeti’nin Osmanlı başkentindeki hukuk danışmanı Kont Ostrorog ya da Fransa’nın Atina Konsolosu Edgar Etienne Dussap’ın eşi Guy Chantepleure gibi.
Kont Ostrorog Bakırköy’de ziyaret ettiği bir hastanede “yaralarından çok açlıktan ölen askerler gördüğünü” aktarır ve onların o mukadder anı, ölüm anını karşılayışını anlatır: “O büyük anın yaklaştığını anladıklarında ise çehreleri ciddileşir, derlenip toparlanırlardı. Öylece hiç hareket etmeden, hiç ses çıkarmadan, tam bir sükunetin mümkün kıldığı asalet içinde ruhlarını teslim ediyorlardı.”
Guy Chantepleure’nin tespitleri de farklı değildir. O da yaralı Anadolu askerlerini anlatır: “Bu mert insanların bir tek arzusu var, savaşa geri dönmek. Ağır yara almış olanlar tedaviyi gereksiz görüyorlar. İçlerinden birinin şu cevabını unutamadım: Sadece sol kolumdan vuruldum; neden beni hastanede tutuyorlar? Sağ kolum sağlam…”
Acı ile gurur iç içedir Balkanlar da ama bir de utanç tarafı vardır Balkan yenilgisinin. Siyaset ve komuta kademeleri adına utanç tablosu. Onu da yarın yazacağız kısmet olursa.(Devamıvar)