Bir bakışa göre, istihdamda insan ile makine arasındaki mücadeleyi, tekerleğin icadına kadar geriye götürmek mümkünse de, özellikle sanayi devriminden itibaren belirgin bir hal aldığı kesindir. Tarım toplumlarından sanayi toplumlarına geçiş sırasında yüz milyonlarca çiftçi işsiz kalmış, son elli yılda emek yoğun üretim modelinden otomasyona geçiş sürecinde de yine istihdam ağır darbe yemiştir. Var olan sektörleri tehdit eden devrimsel nitelikte yeni bir teknoloji ortaya çıktığında genellikle protestolar başlamış ve eski teknolojinin mevcut aktörleri bu yeni teknolojilere bir kısıt getirebilmek için hükümet desteğine talip olmuşlardır. Fakat her defasında çabaları beyhude olmuş; yeni teknolojiler girişimcilerin üretim planlamalarında ve tüketici pazarında bir kez eskiye dönülmeyecek şekilde yer etmeye başladığında, artık geleneksel iş modellerinin bu yeni teknolojilere karşı başarılı bir savunma geliştirmeleri imkansızlaşmıştır. Şu da var ki, teknoloji kaynaklı geçici yıkımlara, resesyon ve depresyon dönemlerine rağmen, zamanla yeni teknolojilere dayalı üretim modelleri oturdukça, kaçınılmaz olarak yeni istihdam biçimleri de belirip, işsizlik oranları belli bir dengede tutulabilmiştir. Sanayi devriminden sonra toprak çiftçilerinin fabrika işçilerine dönüşmesi ve tarım istihdamının %80'lerden günümüz kalkınmış ülkelerindeki oranı olan %1'e kadar küçülmesi gibi, otomasyon ve robotlar işgücünü devraldıkça da insan işçiler üretim sektörlerinden hizmet sektörlerine kaymaya başlamış ve üretim sektöründe istihdam edilen insanların çalışan nüfus içerisindeki oranı %50'lerden kademe kademe yüzde %15'in altına doğru gerilemiştir.
Kapitalist kitle ekonomisinin, bütün bu dönüşümlerden kazasız belasız çıkmasını sağlayan unsur, yeni teknolojik atılımların mevcut işleri yok ederken tamamen yeni sektörler ve yeni işler yaratabilmesi oldu. Böylece teknoloji, istihdamı sürekli değiştirip dönüştürdü, ama insanlar çalışmaya ve gelir elde etmeye devam etti. Çünkü 1980'ler ve 90'lara gelene kadar makineler daha ziyade kol emeğinin yerini alıyordu ve büyük kriz yaratma potansiyeli taşıyan bir teknolojik işsizlik meselesinden bahsetmek için sebep yoktu. Fakat yeni milenyuma doğru hızlanan bilgisayarlaşma, internet ve yeni mikroelektronik cihaz dalgası, ilk defa bir şeylerin değişmekte olduğunun sinyallerini verdi. Artık salt kol gücü gerektiren işler değil, insana özgü kabul edilen pek çok iş, otomatize edilmeye müsait görünüyordu. 2005'ten ve bilhassa 2010'dan sonra ise, kendi kendine öğrenebilen yapay zeka sistemlerinin ortaya çıkıp hızla kat ettiği yol, istihdama dair tüm yerleşik yaklaşımları tepetaklak etti. Yapay zeka ve endüstri 4.0 konsepti ile özdeşleşen son dönüşüm dalgası, önümüzdeki birkaç on yılda, geriye kalan çiftçilerin, fabrika işçilerinin, yönetici kadrolarının ve hizmet sektörü çalışanlarının tümünü ortadan kaldırarak, gidecek yeri kalmayan alt-orta sınıfları yok etme potansiyeli taşıyor.
Geçen hafta değindiğim gibi, şimdiden sonra da birtakım yeni sektörler doğacak ve insanların yapması gereken yeni işler ortaya çıkacaktır. Ne var ki, böyle bir yeni istihdam fırsatı belirse bile, bu büyük ihtimalle son defa olacak; insanlara açılan yeni iş alanlarının da mekanize sistemlere teslim oluşu fazla sürmeyecektir. Belki belli bir müddet, insanlar ve makineler birlikte çalışacak, bu sebeple insanların haftalık çalışma günleri ve günlük çalışma saatleri düşecektir. Bir aşama sonra, insanların büyük bölümü tamamen işsiz kalırken, az sayıda insan makinelere refakatçı ve gözlemci olarak görev almaya devam edecektir. Gidişat bugün göründüğü gibi devam ederse son aşamada da nüfusun tümüne yakını işsiz kalacaktır. Belki 20, belki 50, belki de 100 yıl içinde, ama sonunda mutlaka işler ve mesleklerin çoğu, insanların elinden kayacaktır. Bu küresel dönüşümden nasibini almayacak hiçbir ülke, hiçbir bölge ve hiçbir sektör yoktur.
Peki işler kaybolurken gelirler de buharlaşacak mı? İşte can alıcı soru budur. İnsanların yaptığı her işi yapabilecek kadar ileri bir teknoloji, şüphesiz pek çok alanda bolluk ve ucuzluk vaat eder. Ancak modern kitle ekonomisinin sürdürülebilirliği açısından, şirketlerin otomasyon sayesinde maliyetlerini düşürüp üretimlerini hızlandırması veya hizmetlerin eksiksiz verilebilmesi tek başına bir anlam ifade etmez, asıl önemli olan şirketlerin ürettiği mal ve hizmetleri satın alacak bir tüketici kitlenin varlığıdır. İşçiler aynı zamanda tüketicilerdir ve ekonominin ürettiği mal ve hizmetleri satın alabilmek için para kazanmaları gerekir. İşler ve gelirler, otomasyona kurban gittikçe, tüketiciler ekonominin büyümesi için gerekli olan talebi oluşturacak alım gücünden yoksun kalırlar. Varlığın gitgide daha da küçülen ufak bir azınlığın elinde toplanması, milyonlarca müşteriden oluşan dev pazarlardan beslenen otomotiv, elektronik, telekomünikasyon ve sağlık gibi tüm büyük sektörlerin ölüm fermanı demektir. Zira kitle ekonomisinin ayakta kalmak için az sayıda zengine değil, çok sayıda orta gelirli tüketiciye ihtiyacı vardır. Kitlesel talep yok olduğunda şirketler de birbirlerinden girdi satın alarak üretim yapmayı bırakır ve topluca batarlar. Dolayısıyla otomasyon tüketicilerin işlerini elinden almaya veya gelirlerini aşağı çekmeye durmadan devam ederse, bugünkü anlamıyla kitle ekonomimizin sürdürülebilmesi de olanaksız hale gelir. Bu da kapitalizmin belki de en büyük iç çelişkisi ve kendi kendini yok edebilecek manik tarafıdır.
Tabii teknolojik işsizliğin yaratacağı krizinden kaçınmak için dünya ekonomisinin önünde hala bazı olası çıkış yolları var. Onlara haftaya girelim...