n

n
n Yeni değildir “Türke vurma modası.” Falih Rıfkı Atay “Zeytindağı” adlı kitabında Birinci Dünya Savaşı Suriye’sini anlatır birbirinden ilginç, birbirinden çarpıcı, birbirinden acı ve birbirinden ibretamiz anılarla.
n
n
n
n Biz Oğuz Türkleri Anadolu’dan önce Irak’a, Suriye’ye girdik. Anadolu’dan önce Suriye’de devlet kurduk ve o toprakları tam dokuz asır Selçuklu, Memluk ve Osmanlı olarak yönettik. Falih Rıfkı, Birinci Dünya Harbi’nde Cemal Paşa’nın maiyetinde özel kalem müdürü olarak o topraklara gittiğinde oradaki yalnızlığımıza ve yabancılığımıza hayretle ve acıyla tanıklık eder. “Halep’ten ötede ne Türk kağıdı ne Türkçe ne de Türk geçer…Floransa ne kadar bizden değilse Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz” der. “Osmanlı saltanatı som bürokratken bürokrasi bile tam Arap yahut yarı Araptı. Türkleşmiş hiç Arap görmedikten başka Araplaşmamış çok az Türke rastgeliyordum” diye ekler.
n
n
n
n Yukarıdaki tespiti yapar ve Şamlı Azimzadelerden bir örnek verir. Azimzadeler, Arap milliyetçiliği yaparlar ama Arap değildirler; Şam’a Konya’dan gitme Kemikzade Hüseyin’in torunlarıdır. Yabancılaşmak, özümüzden uzaklaşmak ve başkalaşmak! O ezeli hastalığımız, o bugün de devam eden yabancı kültürlere sorgusuz sualsiz kucak açışımız ve hatta teslim oluşumuz! O ne yaman illet!
n
n
n
n Kudüs’teki Kamame (Kıyamet) Kilisesi’nden de bahseder Falih Rıfkı. Önemli bir kilisedir bu Kıyamet Kilisesi. Tüm Hristiyan cemaatler sahiplenirler, Osmanlı’nın son döneminde uluslararası sorunlara konu olur. Sonunda kilisenin her bir alanı ve her bir hizmeti Hristiyan cemaatler arasında bölüştürülür. Bölüşülemeyen ve bölüştürülemeyen tek şey anahtardır; o da bir Müslüman hocaya verilir. Kiliseyi biz açıp kapatırız ama kiliseden başkaları yararlanır. İçi onlarındır, dışını biz bekleriz. Falih Rıfkı, bizim o topraklardaki halimizi; o hocanın haline benzetir. “Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı” diye ekler.
n
n
n
n Mehmet Akif “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” derken sanırım sadece bugünkü sınırlarımızı kastetmemiştir. Bizim tarih ve kültür coğrafyamız, bugün sıkışıp kaldığımız siyasi coğrafyamızdan çok çok büyüktür ve o coğrafyanın her tarafı da Anadolu Türkünü, Mehmedi bağrında barındırmaktadır. O toprakların üstünde yaşayanlar, bugün Mehmedi anmasalar ve hatta inkara kalkışsalar da bu böyledir ve bu kayıtlar tarihin arşivinde hakperest insanların kendilerini bulup gün yüzüne çıkarmasını ve tüm insanlığa tanıtmasını beklemektedir.
n
n
n
n Zeytindağı’nda Yusuf Hani diye Suriyeli bir ayrılıkçının hikayesi de var. Hani, ihtilal beyannamesine imza atmıştır, mahkemede kendisini savunurken “Beni bırakınız, zenginim, güzel bir karım ve bir çocuğum var. Oyundan ve zevkten başka bir şey peşinde koşanlardan değilim. Bu imza benim olabilir. Fakat nasıl anlatayım, imzamı bir poker fişi gibi atıvermişim” der. Falih Rıfkı “Yusuf Hani, milliyetçi olduğu için Türk düşmanı değildi. Türk düşmanı olmak moda olduğu için ve zarar vermediği için, öyle idi. Ve takındığı bu sıfatı boynundaki kravattan fazla önemsediği de yoktu” der.
n
n
n
n Bugünlerde de moda Türke vurmak. Onca gayr-ı Türkün yanında öz be öz Türk kalemlerin hem de sapla samanı, Türkolojiyle Türkçülüğü, Türkologla Türkçüyü karıştırarak Türke vurmaya başladıklarını görünce; aklımıza geldi bu Yusuf Hani hikayesi.
n
n
n
n Gayrı Türkün vurması öldürmez hatta yaralamaz bile bizi ama bizden birisinin bilerek ya da bilmeden attığı taş, deler bağrımızı. Ormanı kesen baltanın sapının ormandan kesilmiş bir ağaç olması ne hazindir.
n
n
n