Bir zamanlar bizim mesleğin vazgeçilmez kuralları vardı; son zamanlarda kayboldu. Bunlardan birincisi haberi teyit ettirmek yani doğrulatmak, ikincisi de karşı tarafa yani haberde suçlanana ya da suçlanmasa bile herhangi bir şekilde konu edilen kişi veya kuruma cevap hakkı tanımaktı.

Kaynağımız ne kadar sağlam ya da muhabirimiz veya muhbirimiz ne kadar güvenilir olursa olsun haberi mutlaka konunun en yetkilisine doğrulatmak zorundaydık; yoksa servise koyamazdık.

12 Mart muhtırası sonrası, bir sabah bir yetkili; bir siyasetçinin gece evinden alınıp Ankara'ya götürüldüğünü haber verdi. Kaynağım sağlam, güvenilir ama adını ve unvanını haberde veremeyeceğim birisi. Gözaltına alınan şahsı tanıyorum, evi kent merkezinde, polis sahasında. Emniyet müdürünü aradım 'Biz almadık' dedi. Yazlığı da jandarma mıntıkasında, herhalde yazlıktan almışlardır diye jandarma komutanının telefonu çevirdim, onlar da almamış. Onlar 'almadık' diyorlar ama kaynağım sağlam, söz konusu şahıs alınmış, bu kesin. Birkaç kere ikisi arasında döndüm durdum; iyi tanıdığım ve yalan söylemeyecek kişiler ama 'yok' , 'almadık' diyorlar. Sonunda o zamanın Samsun Valisi Fehamettin Altun Beyi aradım 'Osman, bana niye soruyorsun, Vasıf'a yahut Mahmut'a sorsana' dedi. Vasıf dediği Emniyet Müdürü Vasıf Erüstün, Mahmut dediği de Jandarma Alay Komutanı Albay Mahmut Akçam. 'Efendim, her ikisini de aradım, almadık diyorlar ama ben biliyorum, falan şahıs gece evinden alındı' dedim. Durdu 'Biliyorsan benden ne istiyorsun' diye sordu. 'Haberin teyidini istiyorum efendim' dedim. 'Öğreneceğini öğrenmişsin' dedi. Ben ancak ondan sonra haberi merkeze geçebildim.

Sonra öğrendim işin aslını, bahse konu şahıs, o gece evinden 'Ankara'dan gelen özel bir tim' tarafından alınmış. 'Almadık' diyenler doğru söylüyorlarmış, ben soruyu yanlış soruyormuşum. 'Aldınız mı' değil 'alındı mı' diye sormam gerekirmiş.

İkinci kural, şu karşı tarafa da söz hakkı tanıma kuralı da çoktan terk edilmiş vaziyette. Bir tarihte bir genç arkadaşıma 'karşı tarafın da görüşünü aldınız mı?' dediğimde; 'Boş ver ağabey, yarın da onun açıklamasını kullanırız' demişti. İyi de bugünkü haberi okuyan yarınki haberi okumazsa ne yapacağız! Dahası, belki de karşı tarafa cevap hakkı verdiğimizde, 'bu işin aslı nedir?' diye sorduğumuzda alacağımız cevapla haberin yalan olduğunu anlayıp hiç kullanmayacağız. Bir yalan ya da yanlış haberi küçük bir araştırma zahmetine katlanmadığımız ya da öyle bir sorumluluk duymadığımız için sayfaya taşımanın vicdani ve ahlaki sorumluluğu yok mu?

Bunları dün bir yaygın basın organında çıkan bir haber üzerine yazma ihtiyacı duydum. O İstanbul gazetesine ve ondan alıntılayanlara göre aralarında bizim Samsun Valisi İbrahim Şahin'in de bulunduğu beş valinin pasaportlarına el konulmuş. Bu vahim bir iddia, ama gerekçesi daha da vahim, gerekçe FETÖ suçlaması gibi son derece önemli ama sorumsuz ağızlarda harç-ı alem bir iddia.

Sayın Şahin, bu kente geldiğinden beri ama özellikle de 15 Temmuz kanlı ve rezil darbe girişimi sonrası bu tür ağır ama delilsiz, mesnetsiz suçlamalara zaman zaman muhatap oluyor. Kim neyin hesabında belli değil. Sayın Şahin'in yaptıklarını eleştirmek, yanlışlarını söylemek herkesin hakkı, hatta gazetecinin görevi de. Ama tam bir tarafsızlık içinde, yalana, isnat ve iftiraya asla yer vermeden yapmak şartıyla ve elbet cevap hakkı tanıyarak.

Haber anında İçişleri Bakanlığı tarafından yalanlandı. Sorulsaydı belki de, belki de değil, mutlaka hiç yazılmayacak ve de yalan haber yazan gazeteci konumuna düşülmeyecekti.

Biz şerde de bir hayır olduğuna inanan bir kültürün mensuplarıyız. Sanırım, Sayın Şahin'in tek tesellisi de bu olacaktır.