Ne saçma bir soru ve ne acı bir kader, saçmalığını bildiğim bir soruyu sormak ve iki milli kavram arasında bir seçim yapmak zorunda kalmak. Bir tarafta gölgesinde doğup gölgesinde yaşadığım ve inşallah gölgesinde hayata gözlerimi kapayacağım ve şairin 'bayraklar içinde en güzel bayrak' diye tanımladığı ay yıldızlı bayrağım öbür tarafta tarihin en kadim milletinin milli sembolü bozkurt. Bana bu soruyu sorduran kader ya da yapacağı hareketin yerini ve zamanını bilmeyen idraksizlik utansın.
Babaannemin, anneannemim, annemin ve halalarımın, teyzelerimin ar ve haya, edep ve adap örtüsü beyaz tülbentten hiç bahsetmiyorum. Onun TBMM yemin törenine taşınmasındaki niyeti bildiğim için, Anadolu'nun namus örtüsünün etnik ayrımcıların sembolü diye sunulmasına isyan etsem de onu kullananlara kızıyorum ama yanmıyorum, yanamıyorum. Ama şu yemin ettikten sonra 'bozkurt' işareti çakan genç vekil yok mu işte onun yaptığı gereksiz şova üzülüyorum, üzülmekten de öte kahroluyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 80'inci maddesi gayet açıktır ve herkesin anlayacağı kadar sadedir: 'Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün Milleti temsil ederler.'
Madde 'seçildikleri bölge ve kendilerini seçenleri değil' derken aynı zamanda partiyi de kastetmektedir. Bütün Türk Milletini temsil eden tek ortak sembol 'ay yıldızlı' Türk bayrağıdır. Bir milletvekilinin takacağı en güzel ve hatta tek rozet de Türk bayrağı rozetidir. Gerisi detaydır, kimseye niye taktın diye sormam, soramam ama yemin töreni gibi kutsal kavramların dillerden düşmediği bir törende gereksiz işgüzarlığı eleştirmeden de durmam, duramam. Bu semboller bizimdir, ne olur bu sembolleri küçük hesaplar, ucuz mesajlar uğruna karşı karşıya getirmeyelim.
Bir de şu el öpme meselesi var uzun zamandır kafamda. Bu satırların yazarı Alparslan Türkeş siyasete atılıp da CKMP Parti Müfettişi olarak İstanbul'a geldiği gün O'nun yanındaydı ve hiç elini öpmedi. Çünkü o öptürmedi. Karşısına bir gün tıraşsız ve kravatsız çıkmadık, sadece ben değil hiçbir arkadaşımız çıkmadı. Çok kolay ulaşırdık merhum Başbuğ'a, fikrimizi açık açık söylerdik, sakınmadan, lafı eğip bükmeden ama adabımızla edemizle ve elbet hazırolda. O da bizi sabırla ve büyük nezaketle dinler, sonra kendi görüşünü açıklardı. Dedim ya, hiç elini öpmedik, hep tokalaştık ama hep göz göze bakarak. O bizden ne kendisini kaçırdı ne de gözünü. Tokalaştığı herkesin gözünün içine baktı samimiyetle, yürekten ve bir bozkurt gibi. Nurlar içinde yatsın…