'Meczubun biri' diye başlar hemen hemen tüm haberler, değil, onlar meczup falan değil. Onlar zamanın akışından şan şöhret ve çoğu kez de kazanç sağlamaya yönelmiş ucuz kahramanlar, kurnaz çıkarcılar. Medyaya konu edilmeleri, isimleriyle yazılıp çizilmeleri, fotoğraflarının basılması bile onlar için kar, kazanç.
Sorun böyle sıradan şarlatanlar ya da küçük hesapların kurnazlarında değil, sayıları az da olsa bazı makam ve mevki sahiplerinin böylelerini sahiplenmelerinde ya da onların şarlatanlıklarından ideolojik keyif almalarında, onları taklit etmelerinde. Sorun küresel rakiplerimizin ya da ileride olmaları kaçınılmaz bulunanların zamanlarını yarınlarını planlayarak değerlendirirken bizim dünümüzle kavga ederek harcamamızda. Ne yazık ki bu gereksiz, gereksiz olmaktan da öte her geçen gün biraz daha zararlı bir hal alan 'dünle kavgamız' kolay biteceğe benzemiyor.
Mustafa Kemal Atatürk'e ve onun silah arkadaşlarına saldırı hiç de yeni değildir. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden, daha devrimler yapılmadan çok önce başlar birilerinin Mustafa Kemal Paşa ve dava arkadaşlarına karşı adi ve alçak saldırılar. O ve milletine inanmış kumandanlar Kazım Karabekirler, Ali Fuat Cebesoylar, siviller, mülki erkan mensupları, aydınlar Mazhar Müfitler, Dr. Adan Adıvarlar, Halide Edip Hanımlar sadece saldırıların en alçağına uğramazlar, idama mahkûm edilirler. Onlar 'Türk'ün ateşle imtihanında' boyunlarında Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi Örfisinin idam ilamı, Şeyhülislam Dürrüzade Esseyit Abdullah Efendi'nin fetvasıyla ve Sultan Vahdettin'in fermanıyla savaştılar İngiliz'e, Fransız'a, İtalyan'a, işbirlikçilere, isyancılara, Pontus sevdalısı Rumlara ve Büyük Ermenistan hayalindeki Ermenilere karşı.
Siz bırakın bu çapulcuları da Mustafa Sabri Efendilere, Refi Cevat Ulunaylara, Refik Halit Karaylara bakınız. Birincisi Osmanlının son şeyhülislamlarından, sadrazam vekillerinden, ikincisi devrinin en önemli yazarlarından, üçüncüsü ise hem yazar hem önemli bir bürokrat.
İşgalin o kanlı ve karanlık günlerinde yazdıkları yazılar tam bir kepazelik, davranışları tam bir ihanet. Kendileri de yaptıklarının farkında, bilincinde ki Türk askeri İstanbul'a girerken onlar bir puslu, bir yağmurlu gecede İngilizlerin himayesinde ve gizlice yıllarca ekmeğini yedikleri vatanlarını terk ettiler. Mustafa Sabri Efendi daha sonra Türklükten de istifa edecek ve bunu Yunanistan'da çıkarttığı gazetesinde yayınladığı şiirler dünyaya duyuracaktır.
Refi Cevat Ulunay ve Refik Halit Karay ise Milli Mücadele yıllarında sövüp saydıkları Atatürk'ün 1938'de çıkarttığı afla yurda döndüler. Refik Halit Karay yurda dönüş yolunda 'duygularını' soran Tan Gazetesi'ne şu ibretlik cevabı veriyordu: 'Dönüş sevincim katmerlidir. Sevgili yurdumu ne halde bıraktım? Nasıl bir harika ile karşılaşacağım. Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım: Zeytinburnu… Ankara'da tek bina Taşhan'dı. Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi. Trende Türkçemi Rumlaştırmadan biletçiye meramımı anlatamazdım. Tokatlıyan'da Frenkçe söylemezsem garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım. Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupa'dan dönerken hudutta şapkamı pencereden atardım… Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi. Bıraktığım haldeki bu vatan yerine istiklal ve mucize ülkesine kavuşmaktan duyduğum heyecan içinde şu yaşımda ağlar güler ilan bebeklerine döndüm. Mütemadiyen hatırladığım şu: Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan Atatürk.'
Şu son cümleden 'Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan Atatürk' ifadesinden sonra başka söze gerek var mı?