Kyoto Protokolü'nün bütün Ek-1 ülkeleri arasında işletilmesini öngördüğü emisyon ticareti sistemi, ilk olarak Büyük Britanya dahil AB üyeleri ile AB üyesi olmayan İsviçre, Lihtenştayn, Norveç ve İzlanda gibi diğer birkaç Avrupa Konseyi ülkesi arasında hayata geçirildi. Kyoto hedefini göz önüne alarak AB, önce üye ülkelerin emisyon kotalarını belirledi. Sonra ulusal kotalara dayanılarak, her üye ülkede program dahiline alınan işletmelerin yıllık emisyon hedefleri saptandı ve bu yıllık kotalar gözetilerek işletmelere emisyon kredileri dağıtıldı. Kısa süre içerisinde bazı Avrupalı firmalar, geliştirdikleri sıfır salınımlı üretim teknolojileri ile kendilerine ait yılık emisyon kotalarının altında kalmayı başarmaya ve kullanmadıkları emisyon kredilerini, Avrupa'da her geçen gün sayısı artan karbon borsalarında satarak gelir elde etmeye başladılar. Karbondioksit emisyonlarını kısa vadede düşürmekte zorlanan, hedeflerini tutturamayan yahut kendi imkanları ile emisyonlarını düşürmenin fazla maliyetli olacağı kaygısını taşıyan firma ve işletmelerin önlerindeki tek çare ise, piyasadan satın aldıkları karbon kredileri ile karbondioksit salınımlarını kotalarının altında tutmaya çalışmaktı. Küresel karbondioksit salınımının yaklaşık yüzde 25'ini kapsayan ve çok hızlı büyüyen Avrupa karbon piyasalarında işlem hacmi 2005'de 10 milyar dolar iken, 2008'de 126 milyar dolara çıkmıştır. 2008 ile devamında yaşanan küresel kriz ve Avrupa borç krizi nedeniyle karbon piyasalarında fiyatlar düşmüş, ancak işlem hacmi artmaya devam etmiştir. Toplam piyasa değeri ise 2011 yılında 180 milyar dolara ve 2018 itibariyle 250 milyar dolara dayanmıştır.
Günümüzde hala bütün Ek-1 ülkelerini kapsayan bir sera gazı emisyon ticareti sistemi yoktur ve AB Emsiyon ticareti sistemi dünyanın en büyük çok ülkeli ve çok sektörlü emisyon ticaret sistemi olarak öncü konumunu korumaktadır. Ama artık Avrupa dışında da çeşitli emisyon piyasaları oluşmuş ve oluşmaya devam etmektedir. Mesela ABD, Kyoto Protokolünü onaylamamış bir Ek-1 ülkesi olmakla beraber, karbon takası fikrini bir kenara atmamıştır. 2009'da Obama'nın başkan olması ardından ABD yeniden BM'nin yürüttüğü iklim müzakerelerine katılmaya başlamıştır. Başkan Obama, ABD'yi Kyoto Protokolüne taraf yapamamış, ama ülkesinin salınımlarını 2020'ye kadar 2005 değerlerine göre yüzde 17 oranında azaltacağı ve bu oranın 2050'de yüzde 80'e çıkacağı sözünü vermiştir. 2009'dan bu yana da ABD'nin dokuz eyaletinde enerji sektöründe faaliyet gösteren bir emisyon ticareti sistemi mevcuttur. Keza Japonya'nın Tokyo ve Saitama bölgelerinde faaliyet gösteren ve 20 milyon insanı kapsayan bir emisyon ticareti planı bulunmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler de bu süreçte boş durmamış, Kyoto Protokolü'nün azaltım yükümlülüklerine tabi olmamalarına rağmen önemli hamleler yapmışlardır. Bu ülkelerden biri olan Güney Kore, 2012'de bir emisyon ticaret planı yasası çıkarmış ve ülkenin 25.000 tondan fazla sera gazı emisyonu üreten en büyük 450 tesisini kapsayacak bir emisyon ticareti şeması oluşturmuştur. Şu an emisyon ticareti sistemleri dört kıtada yer alan 35 ülke, 13 eyalet ve 7 şehirde faaliyet göstermekte, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 40'ını ve küresel sera gazı emisyonlarının da yaklaşık yüzde 35'ini kapsamaktadır.
Kyoto Protokolü, dünyanın önüne karbon ticareti gibi bir vizyon ve harekat planı koymakta başarılı oldu. Emisyon ticareti ve karbon takası fikri, yukarıdan aşağı buyurgan bir ekonomik politika çıktısı olmadığından, piyasalara doğrudan müdahale etmediğinden, özel sektöre karbon salınımını indirmesinde farklı seçenekler sunduğundan ve en önemlisi, ulusal ekonomilere en az maliyetle emisyon azaltma olanağı getirdiğinden küresel ısınmaya karşı kullanılabilecek en uygulanabilir strateji olarak yaygın takdir gördü. Kyoto Protokolü, sırf bu mekanizmayı insanlığa tanıtmış olması bakımından bile yeterince büyük önem taşıyor. Öte yandan Kyoto Protokolü, hem en fazla karbon emisyonundan sorumlu olan ülkelerin bazıları tarafından onaylanmamış veya geç onaylanmış olması, hem taahhütlerini yerine getirmeyen ülkeler için hiçbir yaptırım öngörmemesi ve hem de gelişmiş ülke-gelişmekte olan ülke ayrımını benimseyerek dünyanın en çok salınım yapan ülkelerinin bazılarını hiçbir yükümlülük altına sokmaması dolayısıyla bugüne kadar küresel emisyon azaltım hedeflerine ulaşmakta başarısız olmuştur. Avrupa Birliği bile, erken tarihte hayata geçirdiği emisyon ticareti sistemine rağmen hedeflediği emisyon azaltımına ulaşamamıştır. Gerçi Avrupa, dünyanın en büyük karbon emisyonunu gerçekleştiren bölgeleri içerisinde bu emisyonu azaltan tek bölge olmuş, 2005'ten bu tarafa ekonomideki büyüme ve teknolojideki yükselişe rağmen karbon salınımını yaklaşık yüzde 2 oranında azaltabilmiştir. Ama Kyoto'nun belirlediği hedefe yaklaşmak bile mümkün olmamıştır. AB'deki gibi bir iklim değişikliği bilinç ve hassasiyetinin gelişmediği ve emisyon ticareti sisteminin hiç kurulmadığı diğer Ek-1 ülkelerinde ise emisyonlar hepten alıp başını gitmiştir. Böyle olunca da 1997'den günümüze küresel ölçekteki sera gazı emisyonları azalmak yerine artmaya devam etmiş ve iklim değişikliğinin olumsuz etkileri giderek daha fazla hissedilir hale gelmiştir. 2012'de Katar'da yapılan BM İklim Değişikliği Konferansında Kyoto Protokolünün geçerlilik süresinin 2020'ye dek uzatılması kararlaştırılmış olmakla beraber, bugünden sonra da hedeflerine ulaşması yahut yaklaşması bir hayalden ibarettir. Fakat bundan sonrası için henüz umutlar tükenmiş değildir. Devam edeceğiz...