Bir kadın… Yok, o sadece bir kadın değil… O bir eş, o bir anne… Dahası o bir babaanne. Oğlu mezarda yatıyor, eşi/kocası cezaevinde. Ve şaşkın, soruyor 'Ben olanları torunuma nasıl anlatacağım?'
Cevabı olmayan bir sorudur bu. Cevabı nasıl olsun ki? Bir babaanne bir torununa, yıllar sonra da olsa, bugüne kadar hayatı paylaştığı ve bundan sonra da ölünceye kadar paylaşmayı hayal ettiği kocasının, biricik evladını niye vurduğunu/vurmak zorunda kaldığını ve öldürdüğünü nasıl anlatabilir ki?
İsim hiç önemli değil, kadının adı Ayşe ya da Leyla, erkeğin adı Ahmet ya da Hasan ve oğullarının adı da Ali ya da Veli olabilirdi. Kader bugün onların kapısını çaldı, Allah esirgesin, yarın benzer bir dramla ecel başka birilerinin kapısını da çalabilir. Sorun bir insanın değil, bir halkın, bir milletin sorunu. Sorun devlet sorunu.
Uyuşturucu ve silah giderek yayılıyor ve ulaşılması daha da mı kolaylaşıyor? Düne kadar tarlalarda yetişen ve de bilmem nerelerden bin zahmetle toplanıp bin tehlikeyi göğüsleyerek pazarlara ulaştırılan uyuşturucular artık hemen tüketim pazarlarının yanında ve yakınında birçok yerde sentetik olarak üretiliyor da ondan mı bu hızlı yayılma. Cezaevlerindeki her beş mahkûm ve tutukludan birinin uyuşturucu pazarının 'torbacı' tabir edilen ayakçılarından olması düşündürücü değil mi?
Ve de silahlanma yarışı ya da kolaylığı. İnternet üzerinden alınıp satılan, kargoyla eve teslim her cins ve her çapta silah… Sadece silaha ulaşım kolaylaşmadı, silaha sarılma, tetiğe dokunma da çok kolaylaştı. 'İnsan hayatı ucuzladı' diyenler doğru mu söylüyorlar acaba? Ucuzlayan hayat sadece öleninki değil, öldüreninki de. Bir hırsla çekilen ve yine bir hiç uğruna ateşlenen silahlar sadece hasmı ya da hedefteki insanı değil aynı zamanda tetiği çekeni de öldürmüyor mu? Cezaevinde tüketilen hayat yaşanan bir hayat mıdır?
Heyhat, ne köylü kalabildik ne de şehirli olabildik. Köylerimizi şehirleştiremedik, şehirlerimizi de geçmiş adabı ve edebi, tarihten miras zarafetiyle koruyamadık. Şarktan koptuk Garba ulaşamadık, ne yazık ki Araf'ta kaldık. Köylerin töresi, kentlerin adab-ı muaşeret(görgü) kuralları nasıl da bağlardı insanları ve nasıl da uzak tutardı gereksiz hiddetlerden ve de şiddetlerden.
Sadece güvenlik kuvvetlerine ve yargıya değil, herkese, özellikle de eğitimcilere ve diyanete ve de aile büyüklerine çok görev düşüyor. Dünyamızı ve ahretimizi korku üzerine değil de sevgi üzerine bina etmek zorundayız.