n
n n Siz kendi şahsi ikbaliniz, siz kendi kısır çekişmeniz ve hesaplaşmanız uğruna kendi tarihinizde yalanla, dolanla, kinle, nefretle gedikler açarsanız; o gedikten bir süre sonra başkaları girer ve sizi de sokar, zehirler, öldürür. İhanete, isyana, şımarıklığa, küstahlığa verilen her taviz; daha büyük ihanetleri, isyanları, küstahlıkları tetikler.
n n
n n Uluslararası arenada “Ermeni Soykırımı” denen adi iftiranın bataklığına her geçen gün biraz daha çekilmemiz yetmezmiş gibi bir de “Süryani ve Rum Soykırımı” belası çıktı başımıza. Geçen hafta içinde Avusturalya Parlamentosu “Süryani ve Rumlara soykırım yapıldığını” oybirliğiyle kabul etti. Avusturalya’dan önce de İsveç Parlamentosu “Asuri-Süryani ve Rum soykırımını” tanımıştı.
n n
n n İki gün önce bu iftiralara –şimdilik ulusal çerçevede olmak kaydıyla- bir başkası daha eklendi: Dersim Soykırımı iftirası! BDP, “4 Mayıs’ı Dersim Soykırım günü” olarak ilan etmiş ve Türk Devleti ni özür dilemeye, tekrarlanmayacağını inandırıcı bir şekilde açıklamaya, mağduriyetleri gidermeye” davet etmiş. Ayrıca katliamın sembol anıtları üretilmeli ve anma törenleri düzenlenmeliymiş! BDP, 1 Mayıs’ta da Ermeni Soykırımını tanımamızı ve Ermenilerden özür dilememizi istemişti.
n n
n n İnsanda biraz vicdan, biraz insaf, biraz haysiyet, biraz yüz olur. Vicdanı sızlar, yüzü kızarır bunca yalanı ardı adına sıralarken ve akla ziyan, hakikate ters bunca iftirayı delilsiz, mesnetsiz ortaya atarken. Tek tek tartışırız, tek tek ele alır ve paramparça ederiz bu millete atılan bu kara iftiraları. O kolay. Benim şaşırdığım tarihi çarpıtıp yalanı gerçekmiş gibi sunmadaki bu pişkinlik ve taleplerdeki bu haddini bilmezlik.
n n
n n 4 Mayıs 1937 ile başlıyorlar Dersim’i anmaya ve anlatmaya. Dediklerine göre “Atatürk’ün cumhurbaşkanı, İnönü’nün başbakan olduğu 4 Mayıs 1937’de Türk Devleti “Dersim’e operasyon kararı” almış ve ertesi gün de operasyonları başlatmış. Ve yine onların ifadesiyle “Karardan sonra devlet 1937-38 yıllarında Dersim’de halen bütün boyutlarıyla aydınlatılamayan bir katliama imza atmış, yediden yetmişe kadın -çocuk, genç- ihtiyar ayırt edilmeksizin toplu olarak katledilmiş, cezaevlerinde yatan yüzlerce katil, Dersim harekâtında yer almak kaydıyla salıverilmiş ve bu katliamda yer almaları sağlanmış. En az 70 bin insan öldürülmüş, on binlerce insan ise yerinden yurdundan sürülmüştür.”
n n
n n Merak ederim, tarih bu kadar tahrif edilir, gerçekler bu kadar saptırılır, yalanlar bu kadar pervasızca ortalara saçılır da ar damarları –varsa şayet- niye çatlamaz ve yüzler nasıl bir daha geçmeyecek şekilde kızarmaz. Bu açıklamaları görünce “Bu hükümet bunlarla mı barış yapıyor, bunlarla mı demokratik anayasa hazırlayacak ve bunu Türk milletine sunacak” diye sormaktan kendimi alamıyorum.
n n
n n Bu söylenenler, bu rakamlar yalandır hem de kuyruklu yalan. Bu devlete, bu millete iftiradır, bühtandır, ayıptır, günahtır. Dersim’i konuşacaksak, ama adam gibi konuşacaksak, yeni bir ayaklanmanın gerekçesi yapmak ve de Türk Devleti’ne ve Türk milletine hakaret için değil de hakikatleri tespit için konuşacaksak 4 Mayıs 1937’den değil 21 Mart 1937’den başlamamız gerekir. Demananlı ve Haydaranlı aşiretlerine mensup isyancıların Kahmut köprüsünü yakıp Pah Nahiyesi ni bastıkları, telgraf tellerini kestikleri ilk isyan gecesinden başlamamız gerek. Buradan başlamazsanız, Sin Karakolu nun basılması ve içindeki askerlerin şehit edilmelerini ıskalarsanız 4 Mayıs’a gelemezsiniz. 4 Mayıs’a giden yolda isyanlar vardır, kanlı baskınlar, pusular vardır. Bunları yok sayamazsınız. Siz yok saysanız da, sizin karartmalarınızın etkisinde kalanlar yok saysa da hatta bilmelerine rağmen şu veya bu gerekçeyle devletle, milletle ve cumhuriyetle kavgası olanlar da görmezden gelseler bile, bunlar arşive girmiştir. Onları hafızalardan silebilirsiniz ama arşivlerden silemezsiniz, yok edemezsiniz.
n n
n n Bunları konuşacağız ama önce şu “70 bin ölü” ve “şu on binlerce sürgün palavrasını” yatıralım masaya. Dersim’in nüfusu isyandan iki yıl önce 1935 nüfus sayımında 107.723, isyandan iki yıl sonra 1940 yılı sayımında ise 94.639’dur; aradaki fark sadece 13.804’tür. Öleni, başka yere zorunlu göçürtülen(iskan edilen) ya da gönüllü göçenlerin sayısı budur. Kaldı ki Genelkurmay’ın raporları üzerinde çalışan araştırmacılar, isyancıların kaybını en fazla 3.828 olarak hesaplamaktadır. Evet, sadece 3.828 ölü. Operasyonu yöneten ordu müfettişliğinin harekat sonrası verdiği raporda da “tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişinin çıkarıldığı” ifade edilmektedir. Ölü ve diri, yani ölü ele geçirilenler ve zorunlu göçe tabi tutulanlar. Gerçekler bunlardır; gerisi laf-ı güzaftır, yalandır hem de kuyruklusundan. İsnattır, iftiradır, bühtandır.
n n
n n Kimse Munzur’da dağ çiçeği toplamıyor, koyun otlatmıyordu. Önlerde ağalar, ellerde silahlar ve kafalarda devlet tanımazlık vardı. İsyan başlamış, köprüler atılmış, karakollar basılmış, isyan hızla genişlemektedir. Devlet ne yapacaktı? Asilere teslim mi olacaktı yoksa asileri teslim mi alacaktı? Devlet teslim olmazdı, olamazdı, isyana boyun eğmezdi, eğemezdi. Asilere süre tanıdı, teslim olun, silahı bırakın dedi, dinletemedi ve isyandan elli bir gün sonra ileri harekete geçti ve isyanı bastırdı. Asilerden ölenler olduğu gibi askerlerden de ölenler oldu. Taşnak Cemiyeti’nin Paris’te yayınlanan gazetesi Haraç’ın 3.7.1937 günlü nüshasında Türk askerinin 1.428 ölü, 1.178 yaralı verdiği yer alır. Aynı haberde asilerin kaybı ise 378 ölü, 272 yaralı olarak bildirilir. Kimse askerleri merak etmez, kimse onların yasını tutmaz ama bu ülkede birileri asilere, kanlı katillere ağlar, ağıtlar yakar ve maalesef saf ve iyi niyetli birileri de bu ağıtlara yalan ve yanlış bilgilendirmelerin etkisinde kalarak tamamen insani duygularla iştirak eder.
n n
n n Bu konu derin ve uzundur, burada bitmez; devam edeceğiz.
n n
n