n

n
n Birbirinden güzel kıssalar anlatır, birbirinden güzel şiirler okurlardı hak ve hakkaniyet, sabır ve sebat, tevazu ve kanaat üzerine. Gösterişten uzak sade bir hayat, kinden, garezden, nefretten arınmış bir ruh hali ve yalana, riyaya, hile ve hurdaya sırt çeviriş örnekleriyle doluydu o kıssalar ve şiirler.
n
n
n
n Hazreti Ömer’den örnek verirlerdi devlet kaynaklarını özele tahsis etmenin yanlışlığını ve İslama aykırılığını anlatmak için. Devlet işi görüşülürken Beytül malın(Devlet hazinesinin) mumunu, özel iş konuşulurken de kendi şahsi mumunu yaktığını anlatılırlardı kimi hatta çoğu arkadaşlarının kendilerinin de günün birinde bırakın Hazreti Ömer’in makamını sıradan bir makama gelince nasıl har vurup harman savuracaklarından habersizce. Günün birinde saltanat kayığına kendilerinin de bineceği ve düğün derneğe cümbür cemaat devlet imkanlarıyla taşınacakları hiç akıllarına, ne aklı, hayallerine bile gelmemişti sanırım.
n
n
n
n Cihatla nefsin karıştırılmamasını anlatırken de Hazreti Ali’den örnek verirlerdi. Kıssaya göre Hazreti Ali Efendimiz tam boynunu vuracakken yüzüne tüküren kafiri bırakır da, “Ya Ali; niye bıraktın” diye sorduklarında “ o esnada yüzüme tükürdü, nefsimin Allah için yaptığım cihada karışması ve Ali, kafiri (Allah için değil nefsi için öldürdü) denmesinden korktuğum için bıraktım” der. Şimdilerde kendilerine ayağa kalkmayan generalleri “hak ettikleri yere yollamakla” övünenler; aynı insanlar mı ya da aynı kaynaktan mı beslendiler diye sormaktan kendimi alamıyorum.
n
n
n
n Anlatılırdı, babam rahmetli de çok sık anlatırdı ki; İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri daha çocukken ve ilim tahsil etmek üzere bir kervanla seyahat ederken haramiler basar kervanı. Herkesi soyarlar, bu arada küçük Ebu Hanife’yi de. Üzerinden üç beş kuruştan başka bir şey yoktur. Haramilerin reisi sorar “Bütün paran bu mu?” diye. Ebu Hanife Yok” der “Annem gömleğimin eteğine içten cep dikti, orada da şu kadar param var.” Reis şaşırır “Çocuk, biz aradık bulamadık, sen niye paranın yerini söyledin?” diye sorar. Ebu Hanife’nin cevabı insanlığa ibrettir: “Annem bana yalan söylememeyi öğretti.”
n
n
n
n İslam kaynağından beslenen, en azından beslendiğini iddia eden kimi insanların mumlarının sönmesi yatsıya kalmayan yalanları ardı ardına sıralamalarındaki pervasızlığa ve pişkinliğe bakınca; “Bunlar bize o güzel kıssaları anlatan, o güzel şiirleri okuyan eski güzel arkadaşlarımız mıydı” diye sormadan edemiyorum.
n
n
n
n Sadece kıssa anlatmaz hadis de naklederlerdi. Emanet tevdi makamından uzakta oldukları mücahitlik dönemlerinde “Emaneti ehline veriniz” hadisini sık sık dile getiren arkadaşlarım müteahhit ve muktedir olduktan sonra artık o emri hatırlamaz oldu. Emanetlerin tevdiinde sadakat tarihte hiç olmadığı kadar liyakatin önüne geçti. Eski arkadaşlarımızın devri iktidarında, partili olmak ya da güç sahibine yakınlık öncelikli tercih sebebi.
n
n
n
n Hemen her fırsatta şiirler de okurdu o sevgili arkadaşlarımız, çoğu da Mehmet Akif’ten şiirler. Bir zamanlar “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/ Gelir de adli İlahi sorar Ömer’den onu” dizeleri dillerinde pelesenk olan arkadaşlarımız bırakın Dicle kenarında kaybolan bir koyunu dedikodusu arşı alaya çıkan vurgunları bile sormuyor, sorgulamıyor, duymazdan geliyor. Daha dün evinin elektrik parasını ben ödüyordum dediği arkadaşının bugün oturduğu kaşaneye nasıl taşındığını kahve köşelerinde kulaklara fısıldayanlar; ne yazık ki toplum karşısında tam tersini dillendiriyor.
n
n
n
n Ya yıllarca “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” diye efelenenlerin yaşanan haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısındaki suskunluğuna ne demeli?
n
n
n
n Ah o kıssalar, ah o şiirler! Milyonları onlar efsunlamadı mı?
n