Danışmak, görüşmek, tartışmak ve ortak aklın ortak kararını en geniş katılımla uygulamak mı yoksa makamı ve elbet o makamın sağladığı kudreti bir kere ele geçirdikten sonra 'her şeyi ben bilirim' havasında sadece kendi aklınızla ve kendi kararınızla hareket etmek? Hangisi? Hele de o kudreti size halk en geniş bir mutabakatla vermişse.
'İstişare, meşveret, şura, meclis' gibi kavramlar bize hiç de yabancı değildir ve biz o kavramları bilirken henüz şimdilerde yere yurda sığdıramadığımız demokrasiyle müşerref olmamıştık. Ama hem dinimizin hem de soyumuzun en temel kurumuydu danışmak, ortak görüşü almak ve ortak görüşten sonra ortaya çıkan karara ortak iradeyle sahip çıkmak ve hedefe hiç sapmadan, dönmeden gitmek.
Biz İslam'la müşerref olmadan önce de, olduktan sonra da hem danışır hem de konuşurduk. İslam öncesi meşveret için yaptığımız toplantının adı 'kurultay' idi, İslam'dan sonra ise 'Divan' oldu. Şadlar, Yabgular, Alpler, erenler, güngörmüş serhat gazileri, beyler, adları ve unvanları değişse de hep oldular, hep katıldılar ve fikirlerini kimseden çekinmeden, korkmadan açıkça ve yüreklice dile getirdiler.
Ket vurmak, engellemek değil, en doğruyu bulmak ve bunu elbirliğiyle hayata geçirmek, belki de kudret makamını yanlıştan korumanın en sağlıklı yolu da budur. Dostun ya da yol arkadaşının zamanında, yol çıkmaza girmeden ya da yolu uğrular basmadan, gördüğü yanlışı dillendirmesi ve de gücü elinde tutanın yolun her kavşakta, her dönemeçte yol arkadaşlarına, yoldaşlarına danışması. Herhalde yol arkadaşlığı böyle bir şey olsa gerek. 'Önce refik bade tarik' diye bir deyim vardır ki bugünün kelimeleriyle 'önce arkadaş sonra yol' demektir.
Nereden nereye; aslında gözümüzün önündeki hesapsız kitapsız yanlış yatırımları yazacaktım. Art niyetle değil ama danışılmadan, erbabına sorulmadan başlanan imar faaliyetlerinin bu kente maliyetini taşıyacaktım gündeme. Ama konu beni özelden genele taşıdı, olayın kendisini değil felsefesini yazmaya sürükledi. Belki de daha iyi oldu. Bize 'teori olmadan pratik olmaz' demişlerdi. Belki de sıkıntılarımız biraz da bundan, yani danışma ve konuşma teorisini yeterince özümsememizden besleniyor.
Bir tersane projesi vardı bir zamanlar bu kentte, milyon dolarları, ama ondan da önemlisi binlerce ailenin umutlarını da beraberinde denize gömen. Sahi ne alemdedir o tersane sahası, hiç merak eden, giden, gören, bilen var mı bu kentte? Herkesin gözü önünde bir Büyük Cami önü yer altı geçidi, dükkanları ve otoparkı var. Kaç kilometre fora kazık çakıldı belki de ülkenin 'en pahalı otoparkı' ve hiç açılmayan dükkanları, tek tük insanın geçtiği geçit için?
Bunlar büyük yatırımlar, daha başkaları da var, küçüğünden hem de onlarcası. Bir büyük kurumun başında sekiz yıl hüküm süren bir adam otursa kent merkezinde bir tarihi bina alsa, binaya verdiğinden fazlasını restorasyona verse ve o bina o gündür bugündür kendi kaderiyle baş başa kalsa, içinde fareler, bahçesinde kediler cirit atsa. Kimse sormayacak mı bu neyin nesi, niye aldın, niye onardın ve niye kaderine terk ettin diye? Sormazsa, sorulmazsa önü nasıl alınır bunların, büyüğünden küçüğüne, bu yanlış yatırımların? Ve nasıl korunur tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan beytülmal?