Neymiş; hediyeymiş yani lütuf. Kraliçe Victoria tasarlatmış, hediye etmiş, biz de alıp sembol yapmışız. Bu bize övgü değil, sövgüdür ama sözde Osmanlıya saygı sunma yarışındaki birileri, bu kadar çıplak ve basit bir gerçeğin bile farkında değil.
Hayır; bir hediye, bir atıfet değildir, kendi tasarrufumuzdur; İngiliz Kraliçesi Victoria hediye etmemiştir, Türk Sultanı II. Mahmut sipariş etmiştir. Tasarlayan Kraliçe Victoria’nın emrinde bir İngiliz değil Sultan Mahmut’un emrinde bir İtalyan ressamdır. Çizen değil çizdirendir önemli olan, emri alan değil verendir, yapan değil yaptırandır sahip olan. Yani ithal ve gayrı milli değil, yerli ve millidir; Osmanlıdır ve bizimdir.
Yerlidir, bizimdir, millidir ama ne ilahidir ne de kadimden mirastır. Tamamen insanidir ve 624 yıllık Osmanlı tarihinin son yüz yılının eseridir ama geçmişle geleceği harman eder. Maziden gelmez ama maziyi de temsil eder, maziyi de temsil eder ama orada kalmaz geleceğe de yürür. Kısacası şairin dediği gibi “kökü mazide olan bir atinin” sembolüdür, o Arma-i Osmani, yani Osmanlı armasıdır.
Evleri, dükkanları, işyerlerini süslüyor, ya duvarlarda en üstte asılı ya çalışma masasının ya da kitaplığın en mutena köşesinde yer alıyor. Benim çalışma masamda da var. Her yerde var ne alan yeterince biliyor ne de satan. Bilginin değil sevginin ve bir şanlı maziye özlemin sembolü. Özlem de güzel, hasret de. İmparatorluk değil imparatorluklar kaybetmiş bir milletin evlatları olarak o şanlı günlere özlem duymak, bir gün yeniden yerimizden doğrulma umudu ve azmiyle yaşamak kadar doğal ne olabilir ki? Kötü olan, çirkin olan o duygunun siyasete ya da ticarete malzeme yapılması ve o şanlı mazinin bilgisizliğe kurban edilmesidir.
Daha yeni, iki hafta olmadı henüz, çok satan bir İstanbul gazetesinde “Osmanlı armasında saklanan 30 gizemin sırrı ve sembollerin anlamı” başlıklı bir haber çıktı. Benzeri, hatta noktası virgülüne aynısı çok daha önceleri çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış ve internet ortamında yüzlercesi dolaşan bir haber. Ve maalesef hepsi birbirinden kopya ve hepsi de yanlışlarla dolu.
Örnek mi? Alın bir örnek size: Armada bir terazinin altında üst üste iki kitap vardır. Bunlardan biri Kur an’mış! Hangi Müslüman, hangi Osmanlı, hangi Türk Kur an’ı Kerim’in üstüne herhangi bir şey kor? Bunu bile düşünmeyen bir dikkatsizlikle ne Osmanlı anlaşılabilir ne de Osmanlıya saygı sunulabilir.
Evet; armada terazinin altında iki kitap vardır ama onlardan hiçbiri Kur an’ı Kerim değildir; biri eski hukuku, yani şeri hukuku, diğeri ise nizamiye mahkemelerinin uyguladığı yeni hukuku temsil eder.
Osmanlı’nın kendi ağzından tanımlaması vardır armanın. O tanımlamayı bir kenara atarak yeni anlamlar yüklemeye kalkmak, Osmanlıya da tarihe de okuyucuya da saygısızlıktır.
19’uncu asır semboller çağıdır; armalar, madalyonlar, marşlar ve merasimler çağı. Sadece bize has değildir, tüm dünyada, özellikle imparatorluklarda pek yaygındır. Osmanlı arması da böyle bir ortamda yaptırılır ve yaygınlaşır. Öyle ki, Sultan II. Abdülhamit döneminde adeta imparatorlukla özdeşleşir. Özdeşleşmesine özdeşleşir de ne çiziminde tek biçimlilik vardır ne de anlamı üzerinde durulmuştur. Eğer Avusturya’nın İstanbul konsolosu merak edip de Yıldız Sarayı’na sormasaydı, elimizde Osmanlı’nın kendi armasına yüklediği anlamı belirtir hiçbir belge olmayacaktı belki de.
Yıldız Sarayı, Sultan II. Abdülhamit Han’ın sarayıdır ve Sultan devleti Bab-ı Ali’yi(Başbakanlık) adeta baypas ederek oradan yönetir. Sarayda da bilgi yoktur, orası da 4 Temmuz 1905 tarihli bir yazıyla Bab-ı Ali ye sorar. Bab-ı Ali bu yazıya ancak beş ay sonra 4 Aralık 1905 tarihli bir maruzatla cevap verebilir ve armanın muhteviyatını açıklar.
Osmanlı armasının anlamını da Osmanlının kendi diliyle ve kendi vesikasından -kısmet olursa- yarın aktaracağım sizlere.