Edebi anlarım, nezaketi de, hatta diplomasiyi de -bilmesem de- anlarım ama edep ya da nezaket gibi kavramların şeref gibi neredeyse kutsallaşmış bir değeri ayaklar altına almasını anlamam, anlayamam.
Zaman zaman birileri basar bamtelime. Sağda solda kalmış ya da başkaları tarafından dışlanmış kimi erbabı siyaseti bir meta gibi kapar, yıkar, cilalar, parlatır ve önce kendi camiasına sonra da kamuoyuna sunar. Ben de delilenirim.
Nasıl delilenmem ki, başkasının hurdasıyla yeni bir diriliş, ayağa kalkış ve 'Türk milletini çağlar üstü bir sıçrayışla medeniyetler aleminin önüne geçirmek' nasıl mümkün olabilir ki? O hedefi ortaya koyanın ruhu muazzep olmaz mı?
Otuz yıl, kırk yıl, hatta elli yıl başka teknelerde başka türküler çığırarak, başka marşlar okuyarak bambaşka denizlere yelken açan bir adamla elli yılı aşkın bir süreden beri Türk'ün destansı şiirini söyleyenler nasıl bir araya gelebilir? Geldiklerinde hangi türküyü çığıracaklar, hangi marşı söyleyecekler ve hangi hedefe yürüyecekler?
Bir de anlamadığım şu 'şeref' meselesi var. Yok, Abdülhamit Han muhaliflerini Fizan'a götüren Şeref vapuru ve vapurun adından dolayı 'Şeref kurbanları' diye anılan insanların meselesi değil söz konusu ettiğim, etmeye çalıştığım. Bir camianın bir eskinin katılımdan 'şeref' duyması meselesi? Kim büyük kim küçük, kim baki kim fani? Büyüğün küçüğün, topluluğun bireyin katılımdan mutluluk duyması başka bir şey, şeref alması başka bir şeydir. Birisi ne kadar doğru ise ikincisi de o kadar yanlıştır.
Siyasetle aktif olarak ilgilendiğim dönemlerde çok önemli bir siyasetçi, bir ünlü belediye başkanı mensup olduğum partinin genel merkezinde 'partiye girerim, bu hamuru yeniden yoğurur açarım' demişti de ben yine delilenmiştim.
Kaderimiz, hep inanmak, hep inandığımız doğruların peşinde ölümüne koşmak ve ne yazık ki hep hüsrana uğramak mıdır? Umarım ki, sonuç ne olursa olsun kalan ömrümüzü çıktığımız kutlu yolda sağa sola sapmadan ve de kimseye alet olmadan tamamlarız.