Rahmetli Özal “Alışırlar” demişti de inanmamıştık. Dün “alışamayız”
dediğimiz ne varsa, bugün hemen hepsine alışmış durumdayız. Hiç
hazımsızlık çektiğimiz yok.
Askerimizin kışlasına, polisimizin karakoluna hapsolacağı hangimizin
aklına gelirdi? “Namusumuz, şerefimiz, her şeyimiz” dediğimiz
bayrağımızın vatan topraklarında hem de kışladaki direğinden hem de
askerin gözü önünde indirileceğini rüyamızda görsek hangimiz kabus
gördük diye dehşet içinde uyanmazdık? Ve dün “eli kanlı bebek katili”
denilen bir devlet düşmanının mahkum bulunduğu bir hapishaneden “barış
meleği” ve “halk önderi” rolünde devlete talimat vermek küstahlığına
soyunacağını hangimiz aklımıza getirebilirdik?
Aklımıza gelmeyen ne varsa hepsi başımıza geldi, geliyor ve gelecek
de. “Alışamayız” dediğimiz garipliklerin bin beterine alıştık. Kim
demişti “sindire sindire” diye? Sindire sindire alıştırdılar, alışa
alışa sindirir olduk. Ne hazımsızlık çekiyoruz ne de kusuyoruz;
bırakın kusmayı midemiz bile bulanmaz oldu akıl almaz pislikler,
tahammül edilmez pespayelikler karşısında.
Balkan Harbi geliyor aklıma. Vurdumduymazlıklar, ihmaller, gafletler
ve “bize bir şey olmaz” ya da “buralar bize yeter oralar için
savaşmaya ne gerek var” söylemleri içinde bir vatan kaybedişimizin
dehşeti tırmalıyor beynimi ve koca bir imparatorluğun dört uyduruk
devlet karşısındaki akıl almaz yenilgisinin utancı kızartıyor yüzümü.
Bir acıdır Balkan Savaşları ama ondan da ötesi bir büyük utançtır o
yenilgi. Acıdır; biz 1912’de sadece bir savaş kaybetmedik, bir vatan
kaybettik. Balkanlar, bizim Avrupa’daki vatanımızdı. Biz Avrupa’daki
vatanımızı ve umutlarımızı, umutlarla birlikte Balkanlar daki tüm
iddialarımızı ve hayallerimizi de kaybettik. Bu kayıp hepsinden daha
büyük ve daha acıdır.
Balkan Savaşı’ndaki yenilgimiz, aynı zamanda bir utançtır. Eskiler ona
“Balkan utancı” derler. Mustafa Kemal ise “Askerimizin yüzüne sürülen
namus lekesi” diye tanımlar ordumuzun çapsız komutanların emrinde
düştüğü hali ve “bu durumdan kurtulacağı mutlu günlerin” hayalini
kurar, hasretini dile getirir arkadaşlarına yazdığı mektupta.
Biz Balkan Savaşı’ndan önce de yenildik, sonra da. Plevne bunun
öncesi, Sarıkamış sonrasıdır. İkisinde de yenildik ama hiçbirinde
utanmadık. İman zayıflığından değil, silah yetersizliğinden, cephane
yetersizliğinden ve erzak yokluğundan yenilmiştik; yenen de bunun
farkındaydı. Onun için Gazi Osman Paşa’nın kılıcını almadı Rus
başkomutanı. O kılıç galipten çok şanlı mağluba yakışırdı.
Benzer bir sahne de 24 yıl sonra Balkan Harbi’nde tekrarlanacaktır.
O namus lekesi yenilgiler arasında yüz akı olan savunmalar da vardır,
Yanya gibi, İşkodra gibi. Edirne savunması bunlardan birisi ve belki
de en önde gelenidir. Hasan Tahsin Paşa’nın Selanik’i emrindeki kırk
bin askere bir kurşun sıktırmadan teslim etmesine nispet Mehmet Şükrü
Paşa Edirne’yi yirmi beş bin askerle tam 155 gün kahramanca savunur.
Mehmet Şükrü Paşa’nın galip komutana teslim ettiği kılıcını Bulgar
Kralı Ferdinand, ertesi gün “Sizin gibi askerlerin kılıçları alınamaz.
Savaş sırasında altın bir sayfa yazdınız. Lütfen kılıcınızı geri kabul
ediniz” diyerek iade eder.
Of ki of… Derindir bu yara, kendi geçse de acısı dinmez. Hele bir de
dün işlenen hatalar, bugün benzer bir şekilde tekrarlanıyorsa. Hele bir
de insan, dünkü ihmalin, yanlış değerlendirmelerin, boş hürriyet ve
kardeşlik söylemlerinin bugün başka bir şekilde sahnelendiğini
görüyorsa.
Ankara’da birileri “barış” söylemleri geliştirirken artık
-korktuğumdan değil, fiili gerçek öyle dememi gerektirdiği için-
mahkûm diyemediğim “İmralı sakini” (yoksa “misafiri” mi demeliydim)
manifestolar yazıyor, talimatlar yağdırıyor. Ve Kandil’de birileri “Ya
Öcalan bize gelir ya biz ona gideriz” diyor: “Bizim istediğimiz artık
önder Apo’nun İmralı Cezaevi’nde tutulmaması, özgürleşmesi
gerektiğidir.
Ve ardından ve anında “Şırnak, Hakkari, Siirt, Van İl ve İlçe Belediye
başkanları ile HDP Milletvekili Faysal Sarıyıldız ın da katıldığı ve
Cizre den Diyarbakır a kadar sürecek Öcalan a Özgürlük yürüyüşü”
başlıyor.
Hoşgeldin özgür önder Apo… Biz sana da alışırız hem de “alışamayız”
diye diye… Ya da bizi buna da alıştırırlar hem de sindire sindire…